Ana Sayfa

  • Herşeye Rağmen Gülümsedi Çocuk

    Geçenlerde bir haftasonu biraz şehir görelim diye yakınlardaki en şehir gibi olan yere; Coventry’e gittik eşimle. Şehre yaklaşırken yükselen o çirkin binalari görünce itiraf edeyim gözlerim acıdı; geri dönmek istedim.

    Londra’yi çok sevmeme rağmen burayı son ziyaretimde de aynı duyguyu yaşamıştım. Sanırım West Mindlands kasabalarinın sakinliğine çok alıştım. Artık binalardan ziyade çayır çimen görmek istiyordum. Hatta bu durum beni bir gün İspanya’ya yerleşme hayalimden bile uzaklaştırmaya başlamıştı. Orada da çayır çimen bulur muydum, bulursam böyle sere serpe geniş olur muydu?

    Böylece kahvemizi alıp şehirde ilgimizi çeken tek yer olan Coventry Katedrali’ne doğru yola çıktık. Devasa gotik duvarları ile gerçekten de Avrupa’da gördüğüm en heybetli yapılardan biriydi.Yine de bu katedrale rağmen bir süre Coventry’e uğramama kararı aldım. Çünkü şehrin geri kalanı betondu ve tekinsizdi, garip gurup insan kalabalığıydı.

    Zaten birazdan Avrupa Kadin Voleybol Ligi`nin çeyrek final öncesindeki son maçı vardı ki onu kaçıracak olmak da canımı sıkmıştı. Eşim aksime şehirde olmaktan mutluydu. Müzik dinleyerek biraz dolanmayı teklif etti ama ben bir bankta oturmayı yeğledim. O gitti. Fırsat bu fırsat telefonumdan TRT Spor yayınını açtım ve günüme biraz olsun güzellik katacağını bilerek maçı seyre koyuldum.Kadın Voleybol takımımız tüm zamanların en iyi halindeydi. Orta oyuncumuz, liberomuz o yılın dünya şampiyonasında alanındaki en iyi voleybolcular olarak seçilmişlerdi. Ve tabi ki pasör çaprazımız, göz bebeğimiz Melissa Vargas! Şampiyonada o da en değerli oyuncu seçilmişti. Takım her ne kadar güçlü ise de hücumda ihtiyacımız olan kan olmuştu! Ne var ki biraz buruk bir hikaye ile Türkiye’ye gelmişti. O hikayeden ötürü bir ayrı seviyordum yirmi dört yaşındakı bu oyuncuyu. Geçenlerde Instagram hesabında hikayesinde paylaştığı şu yazı herşeyi anlatıyordu.

    “Kabilesi tarafından kucaklanmayan çocuk büyüyünce o sıcaklığı hissedebilmek için köyünü yakarmış”

    Bu yazıyı okuyunca hemen içim burkulmuştu. Hikayesini biliyordum çunkü. Küba’da kendisini kanıtlayınca Avrupa’da iyi bir kulübe geçiyor ve sakatlanıyor. Akabinde Küba Voleybol Federasyonu tarafından tedavi edilmeye başlanıyor ancak daha etkili bir tedavi icin yurt dışına gitmek istiyor. Ülkesi bunu bir hakaret gibi algılıyor ve Melissa’yi dört yıl Küba milli takıminda oynamaktan men ediyor. Bunun üzerine önce Avrupa`da bir diğer ülkenin milli takımında oynama girişiminde bulunuyor ancak bu girişimi Küba tarafından engelleniyor. Türkiye bunu fırsat bilip hemen milli takımda oynamayı ve Türkiye vatandaşlığını teklif ediyor yıldıza. Ve böylece hem Türk vatandaşı oluyor hem de milli takıma şampiyonluğu getiriyor. Yılın ve dünyanın en değerli oyuncusu olarak kürsüye çıktığında yüzünde coşku ve sevinç değil en fazla zoraki bir tebessüm görülüyor. İste kabilesi tarafindan kucaklanmayan çocuğun hikayesi bu zoraki gülümsemede saklı.

    Kalbinde evini yakmıştı ve Türkiye onu kucaklasa da şimdilik evsizdi. Kırgınlıkları ve öfkesi büyüktü. Birinin dediği gibi:

    “Bir şampiyonun yüreğini asla hafife almayın…”

    Başarili olma tutkusunu belki genlerimizde taşıyoruz ancak o tutkudan bir şampiyon çıkaracak, gösterişli başarılara imza atacak istek, genelde vaktinde yaşadığımız deneyimlerden besleniyor. Bu hikayeden çıkarılacak cok ders var!

    Maç set arasına girmişti. Eşim de küçük şehir gezintisini bitirip yanima geldi. Eve dönüş vaktiydi. Bir sonraki seti izleyemeyeceğim diye aksiydim. O da hayıflandı, çünkü bu maçı kaçıracağım diye Coventry gezimizi de çöp etmiştim. Ona daha önce detaylıca bahsetmemiştim en baştan aldım. Evet herşey ben çok küçükken başladı…Ablalarımız abilerimiz mahallede ipi bir duvardan diğerine gerer, çatir çutur voleybol oynarlardi. Ben daha küçük olduğumdan beni almazlardi takıma, hayran hayran izlemekle yetinirdim sadece. Sonra orta okulda tenefüslerde ve spor derslerindeki en büyük eğlencem voleybol oldu. Lisede voleybol seçmelerine katılmışlığım bile vardir. O zamanlar bir potansiyelim vardi ama henüz yeterli degildim.Yine de eminim ki iyi bir libero olabilirdim! Biraz eğitime biraz da pratiğe ihtiyacım vardı. Seçmelerdeki herkes hali hazırda bir kulüpte oynuyordu. Sonra da bu iş olsa da olmaz dedim, vazgeçtim. Ders aralarında tenefüslerde arkadaşlarla voleybol oynamakla yetindim.

    2003 yılı ve devamındaki birkaç yıl Türk voleybolunun altın yılları olarak bilinir. Neslihan Demir ve demir smaçlarıyla tanıştığımız, onun dünyada Demir Lady olarak anıldığı zamanlar… O voleybol furyasına kapılmıştık ki heralde öyle böyle oynamıyorduk lisede. O zamanlar hazırlık ve lise birdeki sınıfım tam bir voleybol aşığı çıkmıştı. Dersler iptal olunca herkes sevgilisiyle gezintiye, kankalarıyla futbola , basketbola kaçarken biz bir set daha oynayabileceğiz diye heyecanlanır, kendimizi bahçeye atardık. Çok rahat on iki kişilik bir kadro kurar ama tutkuyla, hakkını vererek oynardık. Neyse iki yıl sonra yeterli pratik yapmış olacağım ki lise sonda yine bir gün bahçede voleybol oynarken spor hocamız yanıma gelip takımda oynamayı teklif etmişti. Ben de “son sınıfim zaten ÖSS ye hazırlanıyorum hocam” demiştim ama içimden “gerçekten de şimdi sırası mı” diye hayıflanmıştım hocama! Bir de hep ders odaklı bir öğrenci olduğumdan bir fırsat da çıksa o yoldan yürür müydüm yürürsem ne kadar yürürdüm bilmiyorum.Mühendis olmali, kendimi kurtarmalıydım. Şimdi bu bilincimle bir firsatım olsaydı voleybolcu olmayı tercih ederdim. İşte böyle..O yüzdendir ki voleybol maçlarini izledigimde de bu hisle izliyorum; smaçlari ben atiyorum sanki, zor servisleri ben kurtariyorum.

    Sevdiğim şarkıcıları dinlerken de aynı şey oluyor; sanki o şarkıları ben söylüyorum Harbiye’de. Evet bir de şu müzik işleri var. Maymun iştahlı demeyiniz! Beni tanıyanlar bilir; biraz gitar çalar biraz da şarkı mırıldanırım ki bazen daha önce ses egitimi aldiniz mi diye soranlar da olur. İşte o zaman lisedeki müzik hocamı anar, okul koridorlarinda yankilanan prova seslerini duyarim kulagimda. “Na ha ha ha na ha ha ha haaaa! O koroda iki yıl boyunca o marşlari, türküleri ne keyifle söyledik ama! Yine de bizi olur olmadik zamanlarda koro provalarına çagırdığında ayni şekilde müzik hocama da sitem etmistim son yılımda. “Hocam ÖSS ye çalışıyoruz burada!” Bu işlere artık zamanım yoktu yani. “Hayıflanıyorsunuz ama kimse böyle bir eğitim almiyor lisede!” derdi. Hakkı varmış. Şimdi bakiyorum da onca istaha rağmen ne şarkıcı olduk ne de voleybolcu! Hatta voleybol takımında özendigim bir kiz arkadaşımı da Instagramda buldum yıllar sonra. Kendisi bir kulüpte oynuyordu o zamanlar ama anlaşılan bırakmış voleybolu; o da özel bir şirkette çalışıyor şimdi, İngiltere`ye taşınmış. Fight Club’ta şöyle diyor ya kahramanımız: “Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız!” Bu yüzden ögretmen, bankaci ya da mühendis olup kendimizi kurtardık! Neyse ki korona ile uzaktan çalışma hayatımıza girdi de biraz olsun ofislerden ve insanlardan uzaklaşıp kendi içimize dönmeye, kendimiz icin birşeyler yapmaya daha cok zamanımız oldu! Sonra o mühendislik diploması ile İngiltere’ ye geldim; burada da yeni zamanlar buldum. Evet, işte tek tesellim bunlardır! Bir de içimizde kalanlarla, yaşayıp gördüklerimizle içimizdekileri dökebildiğimiz bir kitap yazabilirsek ne ah kalır ne vah!

    Yine de şanslıyım ki ilgi alanlarımın farkındayım ve bunları hayatıma yerleştirebildim. En azindan içimdeki çocuk şimdilik kahkahalar atmasa da gülümsüyor. Kim bilir belki bir gün kahkahalara da boğulur! Bence hayattaki en büyük gayemiz bu olmalı!

    Geçenlerde Melissa Vargas’la ilgili bir videoya denk geldim. Arkada Sezen Aksu’nun Bir Çocuk Sevdim şarkısı çalıyordu. “Herseye rağmen bir an gülümsedi çocuk. Sıcak, sade ama kuşkulu…” Vargas videoda bir başka ligin son maçının sonunda ağlıyordu, zafere rağmen! Bizim kızlar da sarılıp teselli ediyordu…

    Sonraki maçlarda gördüm ki artık gülüyor, zaferlere sevinebiliyor. Bu sefer gözlerinin içi de gülümsüyordu. Kendi vatanında güç sahibi birilerinin yeteneklerini gölgelemesine, kendilerince onu disipline etmelerine izin de verebilirdi ama o bunun yerine kendisine inandı ve zor bir yoldan yürüdü. Bugünse dünyanın en iyisi olarak zafer bayrağını elinde tutuyor.

    En büyük zaferi ise o gülümsemesi! Herşeye rağmen!

  • Tekerlekli Serendipçe

    Bahçeye girdigimde Raffy ve Mickey beni salonun bahçeye açılan camlı kapısında hazır ve nazır bekliyorlardi. Tekerleklerin sesini kim bilir sokağın hangi köşesinden duyup da konumlarını almışlardı.
    Bisikleti bahçe duvarına yasladım. Miyavlamaları camın bu tarafindan duyuluyordu. Kapıyı açarken dikkatli olmaya çalıştım çünkü kaçmak için hazırdılar. Onları nazikçe püskürtüp kendime yol açtım. İçeri girdim coşkuyla. Bisiklet gezilerimin sonunda böyle oluyordum. Hayat dolu!

    Benim coşkuma rağmen evde daha sakin bir atmosfer vardi. Eşim de bisikletle bir tur atmiş ama biraz yorulmuştu. O yüzden bu coşkumu görmezden geldi.
    Doğrusu bisiklet almam konusunda bana aylarca israr ederken böyle bir sonuçla karşılaşacağını hiç düşünmemişti. Birlikte yapacağımız bir aktivite olur, ara sıra sahile gider döneriz diye düşünmüştü. Ben de artık düşsün yakamdan diye bu işe el attım. O zamanlar henüz Türkiye’deydik ve İstanbul’da Acıbadem’de oturuyorduk. En yakın bisiklet mağazası Bağdat Caddesi’ndeydi ve buraya daha önce uğrayıp bir bisiklete gözümü kestirmiştim. Geotech infinity! Gold rengini pek tercih etmezdim ama modelin mağazadaki tek rengi buydu! Sonrasında zaten sevecektim rengini de. Mağazaya gittim, ödemeyi yaptim ve sonra adrese teslim istedim. Sonuçta bisikleti en son kaç yıl evvel Heybeli Ada’da kullanmistim. Şehirde süremezdim. Kaza yapsam ortada kalacaktım. Yok, hayır dediler; eve teslim seçeneği yokmuş! Artık el mahkum elde süre süre, ara sıra biner eve ulaşırım dedim.En yakin sahil şeridi Fenerbahçe’deydi.Oraya kadar stres içinde ve kaldırımlardan sürdüm. Yoluma insanlar çıktığında aşırı tedirgin oluyordum. Elim sürekli frendeydi. Sürerken kafami sağa sola çevirmekten bile korkuyordum. Böylece nihayet sahil şeridine vardım. Sahile geniş bir otoparktan giriliyordu ve otopark bomboştu. İnsansız hava sahasi yani.İki kilometre boyunca süren stresli yolculuğum sona ermişti! Pedala bastım. Önümde çarpacağım ne bir taş ne de bir insan vardı. Bisikletim adeta zeminde uçuyordu. Eylül başıydı. Güneş rahatsız etmiyordu. Denizden gelen rüzgar yüzüme vuruyordu. Ve o an bisikletin müptelasi oldugum an oldu. Eşimi arayıp coskumu paylaştim, sevinmisti. Yolun devaminda Moda`ya kadar sürdüm. Oradan da sağ salim eve ulaştım.Sonrasında da bisikletin tepesinden inmedim hiç.

    Acıbadem Caddesi Üsküdar’dan yüksek bir noktada başlar ve Kadiköy’e kadar uzanır. Ve o yol yokuş aşağıdır. İşte her evden çıktığımda bu yol beni o kadar motive ederdi ki! Markete, terziye avmye arkadaşlarımla cadde buluşmalarına hep bisikletle gider oldum. Sahile inmek istedigimde Acıbadem Caddesi’ne çıkar, sağa sola sapmadan birkaç kilometre yokuş aşaği süzülür, cadde bitince sola sapar, eski Salı Pazarı’dan Yoğurtçu Parkı sahiline ulaşır, buradan Bostancı’ya kadar sürerdim. Yolda kahve molalari verir, denizi izler sonra geri dönerdim ayni yoldan. Çok yorgunsam Moda sahilinden Kadıköy Metrosu’na ulaşır, metroyla iki durak gider, Acıbadem Metrosu’nda inip eve geçerdim. Bu şekilde kendime kusursuz ve keyif dolu bir hobi edinmiştim.

    Metroda sıradan bir gün

    Bisikletli o ilk kış karlı günler haricinde yağmur çamur demeden bisiklete binmeye devam ettim. Sağanak yağmurlarda bile çıkıyordum ki eşim artık bu durumu şaşkınlıkla karşılamaya başlamıştı. Kat kat montlarımı giyer, üzerime yağmurluğumu atar yola çıkardım.
    Eşim bir canavar yarattığını düşünüyor olmalıydı, o kadar tutkuyla sürüyor, o kadar abartıyordum ki o hobisinden soğumustu. Bir de evden sahile ulaşana kadar biraz trafik biraz çarpık kentleşme katediyordunuz ki o bundan pek keyif almıyordu bundan. Ben de bayılmıyordum ama gözüm de görmüyordu. Böylece üç yıl geçti. İnsan kalabalığında sürmekte de trafiğe çıkmakta da ustalaşmıştım.Sonra tabi güzargah kendisini tekrar etmeye başladı. Ancak bisikletle gidebileceğim yollar kısıtlıydı. İstanbul’daydik, trafik magandalarla doluydu ve bazı güzel sahiller de aşırı kalabalıktı. Böylece bisiklete küstüğüm bir dönem de yaşadım. 2023’ün kış aylarında neredeyse hiç bisiklete binmedim. Tabi artık İngiltere’ye de taşıncağımız netleştiğinden İstanbul`a da biraz yabancılaşmaya ve oradan uzaklaşmaya basladik.Artık bu şehire ait degil gibiydik. Limanda sefere çıkacağı günü bekleyen bir vapur gibi hissediyorduk.
    Simdi ise Warwickshire’ydik, İngiltere nin Westmindlands topraklarinda! Heryer kartpostal gibiydi. Uçsuz bucaksız yeşillikler, yemyeşil tarlalar, sakin caddeler, kollari dört bir yana uzanan Avon Nehri!

    Ve tüm bunları hangi kasabada yaşıyorsanız yaşayın beş yüz metre ötenizde bulabiliyordunuz. Bisiklet sürerken bir insana çarpacağım, yahut bir araba bana çarpacak gibi endişeleriniz olmuyordu. Evimizin sokağından ayrılır ayrılmaz uçsuz bucaksız tarlaların arasından sürüyorduk bisikletlerimizi. Bazen kasaba merkezine iniyor, burada kahvemizi alıp parklarda dinleniyor; bazen de insanlardan tamamen uzakta bir nehir kenarindaki patikada sürüyorduk bisikletimizi. Ansızın bir göl keşfediyor ya da otlayan koyunlara, atlara denk geliyorduk.

    Bölgede yeni olduğumuz için keşfedecek yer çoktu kısacası.
    O gün de şahane bir bisiklet gezisi geçirmiştim. Rota belirlememiştim. Canım isterse sağa dönmüş canım isterse sola sapmıştım. Bu şekilde bayağı bir yol katedip nehir patikasina giden yeni bir yol keşfetmiştim. Biraz hastaydim ve sürmek istememe rağmen eve dönmeye başlamam da gerekiyordu ama bu patikiya dayanamamıştım. Çok yorulursam bisikletimi kasaba merkezinde park edip eve otobüsle dönecektim.Bunu birkaç kez denemiştim ve bisikletin başına birşey gelmemişti.Böylece patikada ilerlemeye başladım. Nehirde park etmiş sandal evleri de bulunuyordu, insanlar burada yaşıyorlardı. Nehir boyunca İngiltere’ nin güzelim kırmızı tuğlalı evleri sıralanıyordu bazen. Bazense tamamen doğayla başbaşa kalıyordunuz.Böylece uzunca sürdüm bisikleti. Artik kasabadan iyice uzaklastığım, ana yola çıkmam gerektiği noktalarda bile vazgeçip devam ettim.

    Patikanin görmedigim kısımlarını merak etmistim. Sonra ansızın nehire sıfir bir restoran-barla karşılaştım. Doğanın içindeki bu üç katli bina patikanın az gerisine masalarini atmıştı ve insanlar cuma gününün keyfini çıkarıyorlardı. İşte bu gezimdeki muhteşem keşfim! Kafayi dinlemek için de güzel bir noktaydi. Bisikletle ufak bir mola verip kahve içmek, haftasonu arkadaşlarla buluşmak için de…Burayı aklıma not ederek yoluma devam ettim.

    Yeni ve güzel birsey keşfedince tüm modum anında değişiyordu. Yorgunluğum gidiyor ve garip bir sevinçle doluyordum. Herkes böyle midir bilmem ama ben biraz keşiflerle hayatta kalıyorum.Hayat enerjimi oradan aliyorum. Bu bazen yeni bir kafe oluyor, bazen yeni bir sokak, bazen yeni bir şehir bazen yeni bir hobi! Öteki türlü ezbere yaşiyoruz, ayni adimlari ayni sekilde attıkça donuklaşıp robotlasiyoruz.Bu keşif bana o kadar iyi geldi ki böylece iki haftadir ara verdigim yazma işine de tekrar geri döndüm.
    Bisikletle eve kadar sürdüm bu şekilde. Neredeyse dört saattir sürüyordum.Dönüş yolunda da farkli güzargahlar keşfettim. Bu yüzden eve dönerken coşkum hepten artmıştı. Keşfetmenin tadına ilk nerede bakmıştım hatırlamıyorum ama bana hep Barcelona sokaklarıni hatırlatır bu hal.Her köşede yeni gotik bir meydan ya da sevimli dar bir sokak bulduğum bir labirent gibidir Barcelona.Bu labirentte kaybolurken birden yolunuz denize çikar. Barcelonata kumsalına! İşte buna Fransızlar “trouvaille” diyorlarmiş! Şans eseri tesadüfen cok güzel birsey keşfetmek! Bileğimin hemen altında güzel bir el yazısi ile hayal ettim bu kelimeyi.Uzun zamandır aradığım dövme arayışim belki de son bulmuştu.

    Eve vardığımda uzun zamandir uzak kaldigim kitap okuma eylemi için gerekli motivasyonu hissetmiştim ama kitaplıkta beni cezbeden bir kitap göremedim gene. Akşamında koltuğun hemen yanında yerde eşimin bıraktığı kitapları buluverdim.Ve Simyacı`yı gördüm. Kaç kere okumanın kıyısından dönmüştüm bu kitabı. Ama içimden bir ses tam zamanı diyordu. Kitap yolda olmak konusunu işliyordu.İşte aradığım kitap diye düşündüm! Bingo!Baş karakter alışagelmiş hayatını bırakarak dünyayi keşfe çıkmış bir rahipti. Yolda yeni amaçlar ediniyor, bu amaçlara ulaşirken karşısına engeller ve işaretler çıkıyordu. Bazen vazgeçse de işaretleri izleyerek yolda kalmaya devam ediyordu.

    Kitabın arka kapağında şöyle yazıyordu: “Simyacı’yı okumak herkes daha uykusundayken şafak vakti uyanıp güneşin doğuşunu izlemeye benziyor.” Birşey keşfettiğimizde de böyle hissetmez miyiz? O an durur ve etrafınızdaki insanlar sadece yoldan gelip geçen, sıradan anlar yaşayan figüranlar gibidirler, hatta bir dakika önceki siz bile öylesinizdir! Ama o an birşeye vakıf olmuşsunuzdur ve o an sizindir!


    Şu trouvaille kelimesini biraz daha araştırdım. Derken “serendipçe” ye denk geldim. İngilizce’deki “serendipity” kelimesinden geliyormuş ve Türkçe’ye bu şekilde dahil olmuş. Anlamı hiç beklenmedik bir anda insanın kapısını çalan mutluluk! Mutlu tesadüf! O halde bisikletim de bisikletimle gezerken keşfettiğim bütün yollar, manzaralar da benim için birer serendipçedir! Yola çıktığınızda buluyorsunuz ancak; onlar öylece gelip sizi bulmuyorlar! Yolunuza seredipçelerin dizilmesi dileğiyle!

    Tesadüfen mutluluklar dilerim!

  • Mutlu yıllar Harry Potter!

    Yıllardan 2000 olmali. Yirmi üç yil evvel yani. Arkadaslarimin ellerinde ortaokul siralarinda gormeye baslamistim kitabi. Harry Potter ve Felsefe Tasi yaziyordu kitabin kapaginda.Bir çocuk süpürgeye binmis uçuyordu peleriniyle. Arkadasimdan ödünc alarak okumaya baslamistim kitabi. Öylesine…Daha sonradan nasil bir Harry Potter fani olacagim ile ilgili pek bir fikrim yoktu. Ancak hikaye ilk bölümuyle icine cekmisti hemen beni.


    Harry on birinci yas günündedir. Birlikte yasadigi Petunia Halasi ve Vernon Enistesi Hogwarts’tan ( Büyücülük Okulu) Harry e gelen mektuplara engel olamayinca denizin ortasinda bir eve kaciyorlar. Kuzeni Dudley salonda çekyatta yataken Harry de yerde ince bir örtünün uzerinde yatıyor ve yerde birikmis tozlar uzerine hayal ettigi ama hicbir zaman sahip olamadigi o doğum günü pastasinin resmini cizip, tozlari üflerken bir dilek diliyor.O sirada Hagrid (buyuculuk okulu müdürünün sağ kolu) tum heybetiyle kapiyi yikarak iceri giriyor elinde Harry nin doğum günü pastasiyla.Harry e büyücü oldugunu söylüyor ve Hogwarts’a onunla birlikte dönmeyi teklif ediyor.Yedi yil boyunca hoşnutsuz teyzesi, enistesi ve şımarık kuzeni ile sürdürdügü sevimsiz hayati, merdiven altinda ona layik gordukleri o kuçuk yatak odasi onun icin büyük bir kayip olmayacak. Çocuksu heyecani ve mutluluğuyla Hagrid’in pesine takiliyor.

    Ve Harry Potter boylece hayatimiza giriyor. Ve onunla birlikte pek cok sey…Harry nin büyücülük alisverisi yaptigi Diagon Yolu ve Hogwarts Treninin kalktigi simdilerde Londradaki King Cross Tren Istasyonu olarak bilinen dokuz üç ceyrek treni. Trende tanistigi ve filme hayat veren diger iki kahraman; okul arkadaşlari ve en yakin dostlari : Ron ve Hermonie!

    Akabinde kalbimize islemis tum zamanlarin gelmis gecmis en zeki büyücüsü, Harry nin koruyucusu ve idolu olan Dumbledore. Kötü cocuk Draco, sonradan iyi oldugunu anladigimiz Karanlik Sanatlar Hocasi Snape.Ve muhtemelen öldüğü sahneyle icimizi daglayan vaftiz babamiz Sirius Black. Harry nin babasi ve oglunu Voldemort’tan korumak icin hayatini ortaya koymus annemiz de ölmüş olmalarina ragmen Harry nin hayallerinde zaman zaman karsimiza cikiyor. Ginny tabi ki bir de. Hikayemizin mutlu sonunda Harry ile el ele goruyoruz onu da.

    Sirius Black 🖤

    Ve tabi ki Kim Oldugunu Bilirsen Sen; kötü adamimiz Voldemort. Harry serinin devamindaki bütün kitapların sonunda da Voldemort’la savaşıyor. Neyse ki dostluk ve sevgi kazaniyor!

    Sihir Bakanligi, Azkaban, mugglelar, quidich maci, seçmen sapka, düş seli derken her detayi kendi isinde bir zeka harikasi olan liste boylece uzayip gidiyor.

    Filmde hafizalara kazinmis pek cok sahne var. Dumbledore un ölümünü de uzunca bir süredir kabul edememiştim ama Harry nin babası yerine koyduğu vaftiz babamiz Sirius’un öldüğü sahne cocuk yasta hangimizi depresyona sokmadi ki! Neyseki ayni aciyi daha küçük yaslarda Seker Kiz Candy de Anthony ölürken yasadigimizdan ayakta kalabilmistik bu sahnelerde.
    Bolumlerin sonunda okul sezonu biterken Gryffindore un son anda aldigi ek puanlarla yili birinci kapattigi sahneler mesela! Harry nin Weasley evini ziyaretlerinde bize yasatilan sicak duygular…

    Seçmen Şapka

    Serinin tum kitaplarini bir cirpida okumustum. Serilerden biri bin küsur sayfaydi ve onu yemeden icmeden, odadan cikmadan iki günde bitirdigimi hatirliyorum yillar evvel. Akabinde Felsefe Tasi’nin filmi ciktiginda nasil hevesle gittigimi! Kitaplari okuyanlarin filmlerde hayal kirikligina ugradigini söylerler hep. Ben hic hayal kirikligina uğramamistim. Kişiler, mekanlar renkler o kadar başariliydi ki! Serinin devamini da ayni istahla izledim. Sonra birkac kez daha.
    İngiltere’ye ayak basinca Harry Potterin dogdugu bu topraklarda seriyi tekrar izlemeye basladik esimle.
    Seriyi üçüncü kez bitirince haliyle bir boşluga düştük.Neyse ki HBO yaklasik bir yil evvel yedi sezonluk Harry Potter dizisinin hayata geçecegini haber vermisti. Dört gun önce yabanci bir haber sitesindeki habere gore dizi umduğumuzdan daha gec yayinlanacak. 2025 yili konusuluyor.Dizinin on yil boyunca sürmesi planlaniyor. Filmdeki oyuncular ilk film ciktiginda benimle ayni yastalardi. Şu an hepsi otuzlu yaslarinin ortasindalar. Hal böyle olunca film de karakterler de oldukça özel oluyor; ayni maceraya birlikte atılmişsıniz gibi hissediyorsunuz.Tabi kast tamamen degisecek dizide. Yeni oyuncular bir Harry, bir Ron ya da Hermonie olurlar mi bilmiyorum ama dizinin hayatımıza yeni bir heyecan katacağı kesin! Zaten hiç bitmesin hep yeni yeniden doğsun bu sevdiğimiz hikayeler!

    Bu arada kitabin basinda Harry nin büyücülük serüveninin başladığı doğumgünü sahnesini sevgili yazarimiz J.K.Rowling 31 Temmuz olarak belirlemiş. Yani Harry Potterin dogüm günü dündü! 31 Temmuz.

    O zaman yak yak ışıklari! Lumos!

    Ve mutlu yillar Harry Potter! İyi ki doğdun!

  • Vakti Gelen Hikaye’nin Hikayesi

    Sabah eşyalarimi toparlamak icin erken uyanıyorum. Türkiye’ den gelirken vakum poşetleriyle iki bavula sığdırdığım eşyalarim şimdi o kadar özenle vakumalayamadiğim icin hiçbir yere siğmıyor. Bu yüzden iki bavulla gelmiş olmama rağmen simdi iki bavuluma dört adet çanta da eşlik ediyor.Tüm bu gittikçe sayıları çoğalan çantalarla rahat hareket edemeyeceğimi tahmin ettiğimden bir sonraki Airbnb evim çok yakınımda, hemen arka sokakta.

    Günlerden 1 Nisan.Henuz iki haftadir İngiltere’deyim ve tahmin ettiğimin aksine ev kirayalabilmis degilim. Telefonuma indirdigim ev arama uygulamalarindan her gün duzenli olarak yeni yüklenen evleri takip ederek emlakcilardan randevu almaya calisiyorum.Kedilerim oldugu icin daha en basinda emlakcilar beni telefonda eliyorlar çünku ev sahipleri kediler bir yana çocuklu aileleri bile tercih etmiyorlar çoğu zaman.
    Yeni airbnb evim yine giriş katinda ama bu sefer ana caddeye bakmayip ara sokağa baktigi icin daha mutluyum. Pencereler daha genis; hatta tül perde bile var. Daha da güzeli camın önünde hemen oturabileceğim bir sedir var. Tam bir rüya penceresi.

    Diğer ev daha modern ve soğuk iken bu ev daha eski ama daha yasayan bir ev . Antika bir masa takımı, ahsap dolaplar ve bir de yatak odasinda buldugum gitar Küba evlerini anımsatıyor bana. Mutfaktaki kahve makinasi ve icmem icin birakilmis nespresso kahve tabletleri tipik bir « çay insanı» olsam da gönlümü çeliyor.Bir de “toaster” var; yabanci filmlerden tanışık oldugumuz ekmek kizartma makineleri. Ekmeğinden midir tereyağından mıdir bilem ama bu toaster dan cikan ekmekler o kadar lezzetli oluyor ki üzerine tereyag sürerek bi süre ara atistirmalik olarak kullanıyorum. Ana yemeklerde de makarna yedigimi hesaba katarsam bir ay sonra nasıl şiseceğimi öngörebiliyorum ama kilom öncelik sıralamamda sonlarda.Hayatım bu denli değişirken ve yapilacak pek çok iş varken umrumda bile değil hatta.Buna bir ara pişman olurum nasıl olsa diyerek yolumdan şaşmıyorum.
    Yeni ev sahibim altmışlarında tatli siyahi bir adam ve hemen ust katimda oturuyor. Yatak odam dunyanin cesitli yerlerinden geldigini tahmin ettigim biblolarla dolu.Belli ki gezmeyi seviyor.Evdeki en ufak problem icin hemen birini gonderiyor, şahsen gelip ilgileniyor. Bu yuzden bilindik global bir sirketin direktoru oldugunu sonradan öğrendiğimde çok şaşiriyorum. Insanlar mesleklerine ve maddi durumlarina göre var olmuyorlar demek ki diye düşünüyorum burada.
    Bu sevimli evde de iki hafta kalip hala ev bulamadigim icin yine aynı ev sahibinin bir asagi sokaktaki çati katindaki airbnb evine yerlesiyorum. Ev dördüncü katta ve camlar egik oldugu icin gordugum tek sey gökyüzü.
    Ise başladim ve haftada sadece bir gün işe gidiyorum. Dışarı çıkmaya ve aynı caddeyi turlamaya üşeniyorum artık.Gördüğüm insan yüzlerinin sayısı gittikçe azalıyor.Kendimi dünyadan uzak hissediyorum bu cati katinda. Haftasonları Birmingham, Warwick ve Shakespare in doğduğu kasaba olan Stratford Upon u ziyaret ediyorum. Yeni yerler keşfetmek neden buraya geldiğimi bana tekrar hatırlatıyor, moralimi düzeltiyor. Henüz Londra’ya gitmedim.Onu değerli bir hazine gibi bekletiyorum listemde.

    Bu arada isleri sıkı tutup mesai biter bitmez her gun en az iki ev gezmeye baslıyorum. Ben karar vermeden evler ayni gunun ögleninde kiralaniyor.Geleli bir buçuk ay olmus.Bir hafta sonra da eşim ve kediler yanima gelecek. Bizimkiler gelmeden bu airbnb masrafindan kurtulmamız gerekiyor çünkü airbnb için bir ev kirası için ödeyeceğim paranın iki katını veriyorum.Bir de her defasinda bavullarimi toplayip oradan oraya sürüklenmekten sıkılmışım.Bu durum ciddilesmeden, yani evsiz kalmadan sorunu çözmeye karar veriyorum. Emlakciyi ofisinde bizzat ziyaret ederek kedilerimin oldugunu ve ev bulamadigimi soylüyorum.Ellerinde fiyat araligima uygun tek bir ev var. Biraz merkeze uzak ama olsun diyorum!
    Ayni gun evi görmeye gidiyorum.Alt katta bahceye bakan mutfak ve salon beni mestediyor.Salon hep istedigimiz gibi boydan boya camli ve bu camli kapi büyükçe bir bahceye aciliyor. Ust kattaki odalar ise gömme dolapli. Buraya gelirken bazı eşyalarimizı sattigimiz icin her sey tam da ihtiyacimiz oldugu gibi bu evde mevcut. Mutfakta camasir makinasi, bulasik makinasi, buz dolabi, mikro dalga firin ve normal firin bulunuyor. Evin isinma seviyesi “C”, yani iyi denebilir.
    Hemen oracikta bu isi bitirmeye karar veriyorum.

    Ev sahibi evcil hayvan kabul etse de diger rakiplerime karsi bir sifir yenik basliyorum. Bu yuzden eve elli pound daha fazla fiyat teklif ediyorum. Aksaminda ev sahibi kabul ediyor. Takip eden bir hafta icinde yetmis sayfalik sozlesmeyi de okuyarak imzaliyor, kaporayi ve ilk kira bedelini ödüyorum. Emlakcidan anahtarlarimi alarak bir pazar gunu airbnb maceralarima veda edip yeni evimizin yolunu tutuyorum. Yalniz şöyle bir problem var. Esyalarim Turkiye’den gelecegi icin evde hicbir esya yok. O gun hemen merkeze inip bir şişme yatak aliyorum. Bir yorgan, ikiser yastik, ikiser bardak, ikiser tabak, ikiser kasik catal…Neyseki üst katlarda yerler halifleks. Hali almamiza simdilik gerek yok. Bir de evde tüm camlarda perde var. Bu yuzden perde de almayacagiz.
    Emlakcidan aldigim yonledirmeler dogrultusunda elektirik-dogalgaz; su, internet ve bir de tabi TV izleyebilmek icin gerekli basvurulari yapiyorum. TV izlemek icin aylik yirmis beş pound odeyecegim devlete.Bir de ev kirasina ek olarak kiraci vergisi ödeyecegim belediyeye tam yüz yetmis pound!
    Eve yerleştikten iki gun sonra esimi hava limanindan aliyorum. Sekiz yıldır çalıştıgı (savaştığı) bankadan istifa edip geliyor buraya. Son yılları onun da o kadar çetrefilli gecmişti ki «hadi gidelim vakti geldi» demişti.Hava limaninda bu eski bankacıyi karşıladigimda ikimiz de yorgun birer savaşcı olarak sarıldik bir birimize.

    Bir gün sonra da kedilerimiz ucakla gelip eve teslim ediliyorlar kafesleriyle. Mickey; British short hair kedimiz sosyal bir kedi oldugu icin ucaktan inen assolistler gibi kafesinden inerek evi keşfe cikiyor hemen. Raffy; Persian (İran) kedimiz ise hassas bir kedi oldugu icin korkmuş durumda. Perdelerin altlarina gizleniyor birkac gün. Sonra o da kendisine geliyor. Neyseki sağliklari yerinde.

    Esim gelir gelmez iki tane kamp sandalyesi ediniyoruz. Kedilerin kafeslerini ise masa olarak kullanmaya basliyoruz. Sahip oldugumuz yeni hayatin degerinin farkindayiz bu yüzden sikayet etmeden bu sekilde üc hafta yasayacagiz. Üc hafta sonra da esyalarimiz geliyor. Uzun zamandir birkac esya ile idare etmeye calistigimiz icin tabaklarimizi ve bardaklarimizi sevgiyle kucakliyoruz.Bir de bisikletlerimizi tabi. Ingiltere sakin sokaklari; ağaclik yollari ve dogasiyla bisiklet surmek icin bir cennet!

    Bir de kiraz çiçegi mevsiminin vakti geldi! Sakura ağaçları uçuk pembe kiraz çicekleriyle sokakları, caddeleri şenlendiriyor. Yalnız iki haftaya kalmaz tam da en güzel hallerinde iken dallarından düşecekler.Bu sefer vakitsiz bir ölüm gibi içimiz burkulacak.Yine de seneye bu zaman tekrar coskuyla karsilayacagiz onlari, kabulleneceğiz bir süre sonra bu döngüyü…

    Takip eden haftada eşyalarımızı yavaş yavaş kutularından çıkarmaya devam ediyoruz. O kutulardan birinde iki sene evvel eşimin bana 32. yaş günümde hediye ettiği o kartlıklar çıkıyor.
    «Ne zaman hayalini kurduğumuz hayatı yaşamaya başlarız, iste o gerçek hayatımızdir» diyor kartlardan birinin üstünde.Gülümsüyoruz.Çünkü biliyoruz ki bunun cok öncesi de var.Bu hikayenin tohumlarini ekeli çok oldu.

    Dört gun sonra doğüm günüm serefime ilk defa Londra’ya ayak basacagiz. Ingiltere krali da ayni gun tac giyecek Londra’da; bir buçuk saatlik tren mesafesi uzağımizda! Dünyaya yakın olmak ne muhteşem bir his!

    ***

    Bu yazıyı yazarken aylardan Agustos.Neredeyse yarım yıldır İngiltere’deyiz.Şu kartta yazan söze bir ekleme yapayim:
    «Ne zaman hayalini kurdugumuz hayati yasamaya baslariz iste o zaman gercekten kendimiz olabiliriz!Bizi biz yapana daha çok yaklaşabilir, kendimizi gerçeklestirebiliriz.”
    Ancak vakti gelince…Çünkü yol uzun, yol meşakkatli!
    Instagram sayfamda dört yıl evvel Lizbon tatilimizde çektiğimiz şöyle bir fotografim duruyor. Yürüyorum, yürürken gülümseyerek arkama bakıyorum. Fotoğrafta yol çıkmaz sokak gibi görunse de hemen sağda denize ulaşan bir patika var.

    İş yerimde bir hikayeyi bitirip zorlu da olsa yeni bir yola başlamak üzereyim. Yeni hikayeler yeni umutlar demek. Gözlerimdeki ışığın sebebi bu. Iste o çiktığim zorlu yolculuk bugün beni İngiltere’ye kadar getirdi.İyi ki!
    Bu fotoğrafimda da bir hikayeyi bitirip yeni bir hikayeye çıķmanın ötesinde sadece benim bildiğim ve sadece benim yürüyebileceğim bir patikaya çikmak üzere olmanın o çocuksu coskusu var gözlerimde.
    Fotografımin altına ise en sevdiğim sözlerden birini eklemiştim:
    « Vakti gelen hikaye yola çıkarmiş»

    Aynı sözü buraya, İngiltere’ ye gelirken de söyledim; biraz da sitemle ama bu sefer: “Vakti çoktaaan gelmişti!”( geçiyordu da!).Bu birşeylere geç kalma duygusu beni hala yokluyordu.

    Gecenlerde rahmetli Özkan Uğur’un anısina bir MFÖ belgeseli izledim. Otuz beş yaşında ünlü olmuşlar, önceden ünlenseydik MFÖ olamazdık diyorlardı.
    Her hikayenin bir vakti var anlayacağınız.Uzun yillar yazamayip buraya geldikten hemen sonra tekrar elime kalemi alip bu hikayeleri yola çıkardıgimda da böyle dedim:
    « Vakti gelen hikayeler!» Demek ki büyük bir değişikligin vaktini bekliyordu elimdeki kalem de.
    Yolumdan mutluyum ama vakti geldiğinde daha güzel ama başka başka hikayelerim olacağından eminim.Kiraz çicekleri gibi! Onlar da en güzel hallerinde dallarından düşerken belki de bilmediğimiz bir alemde daha güzel bir hikayeye başlıyorlardır!Kim bilir!

  • İngiltere’de İlk Gün: Yeni Hayat!

    Hintli şoför geniş bir caddede aracı durduruyor.Uygulamadan haritaya bakıyorum.On üç numaralı bina yolun diğer tarafında kaldı, tam karşımızda duruyor. Hayır “Thirty” değildi “thirteen” diyerek düzeltiyorum kendimi. Soracak olursa buraya gelebilmek için girdiğim IELTS sınavından tam yedi puan aldığıma ikna olmayacak.Ama ben tüm belgelerimi çıkarıp göstermeye hazırım. Pasaportumun ikinci sayfasinda “Highly Skilled Visa” yaziyor. Buraya elimi kolumu sallayarak gelmedim yani. Bir sorun olursa bunu da gösterecegim.

    Teşekkür edip inmeye yelteniyorum ama şoför inmeme izin vermiyor, üşenmeden yolun karşısına geçiyor. Ödemeyi günler öncesinde evi kiraladığım aynı uygulama üzerinden yapmıştım oysa.Yine de işini iyi yapmanın, müşterisini adresine bırakmanın endisesini taşıyor.

    Ilk Airbnb Evimin Sokağı

    İyi ki diyorum…İyi ki bavullarla metro köşelerinde helak olmaktansa Birmingham Havalimanından kapıya kadar taksiyle geldim. Zaten daha dün akşam Istanbul’daki evimizde ne var ne yok toparlayip nakliye firmasina teslim ettik, canımiz çıktı. Gün doğmadan da İstanbul Havalimanı’na doğru yola çıktım.Elli pounda değmişti.
    İki bavulum ve bir adet sırt çantamla iniyorum aractan. İnerken biraz endişeliyim, bir hırsızın ya da bir sapığın dikkatini çekmemeyi umuyorum. Etrafı kesiyorum ama binaların perdeleri açık, pencerelerde beni gözleyen birine rastlamiyorum.Henüz ülke değişikliğini idrak edemedim. Bir ara beynimi resetlemem gerekecek.
    Hava çok soğuk değil ama yağmur yağıyor.Kuvvetle bavullarımı kapıp binanın kapisina yanaşıyorum. Uygulamada duvardaki küçük kutuda anahtari bulacagim yazıyor. Kutunun açılması için paylaşılan dört haneli kodu giriyorum ve kapı açılıyor! Giriş katında en sağdaki ilk daire benim. Anahtarla hemen açıveriyorum. Eşyalari içeri taşiyorum.
    Internette göründüğü gibi ev. Küçük ve tatli .Herşey olmasi gerektiği kadar. Bir televizyon, ikili çekyat ve salonun hemen köşesinde mutfak tezgahi. Bir metrekare hol, bir banyo, küçük bir yatak odasi. Ve o klasik akşap İngiliz pencereleri, dışarı doğru kavisli! Camlarda alışık olduğum tül perdeler yok. Bu yüzden yoldan gecen arabalari, karsi binalari, evlerdeki mobilyaları rahatça görebiliyorum. Hizlica güneşlikleri örtüp ışıklari açiyorum.Uygun bir tül perde bulamazsam on beş gün boyunca sabahları dahil bu güneşlikler hep kapali kalacak.On beş gün dolmadan ev kiralamayı umuyorum.

    Ilk Airbnb Evim

    Suya ve yiyecek birşeylere ihtiyacim var. Bir de internetim yok. Hattim çağrı merkezi müşteri temsilcisinden aldığım kesin bilgiye rağmen yurt disinda calişmiyor. Annemlere ve benden 2 ay sonra buraya gelecek olan eşime ulaştigimi haber vermeliyim. Bunun icin yeni bir hat almaliyim. GSM magazalarinin konumlarını ögrenebilmek icin internete ihtiyacim var. Şarjim yüzde iki! Beynim bu ust uste gelen ve karsilanamayan acil ihtiyaclar karşisinda “error” veriyor. Toparlanıp hızlica şarj aletimi çıkartıyorum sirt çantamdan. Ve şaka değil! Prizlerde iki değil de üç delik olduğunu o an farkediyorum. Neden dünyanin geri kalanı normal priz kullanirken Ingilizler neden…Direksiyonları sağdaydı. Hayvanlarinizi uçakta yanınizda götüremiyordunuz ve buraya getirmeniz icin tonla zahmete ve masrafa girmeniz gerekiyordu. Avrupa Birliği’nden de çıkmışlardı.Ve işte yeni bir gariplik daha!

    Evde normal bir priz göremiyorum. Yapilcaklar listesine yeni ve çok acil bir madde daha ekleniyor. Dönüştürücü priz al! Ama herseyden daha acil birsey var!Deliler gibi açim!
    Dışari cikiyorum. İki yüz metre yukari yürudükten sonra sağa sapıp bir yüz metre daha ilerleyip Parade Caddesi’ ne varacagim. Parade Leamington Spa’nın Bahariye’si. Ya da Bağdat Caddesi diyelim ama bir km yok uzunluğu. Bir de akşam alti dedin mi sokakta hayat duruyor, mağazalar, kafeler kapaniyor.Ancak dikkatle bakarsanız restoranlarda ve barlarda hayatin devam ettiğini görüyorsunuz.Bunları sonraki gunlerde farkediyorum.
    Gelmeden bölgenin haritasıni o kadar çok inceledim ki sanki yillardir buradaymisim gibi emin adimlarla yürüyorum. Listemdeki acil isler yüzünden varmanin coşkusunu daha sonra sakin bir anda yaşayacagim. Ana caddeye varmadan yol üstünde Cuba Cafeyi goruyorum.Iceri giriyorum. En hizli ne olur diyorum, hamburger diyor garson kiz. On pound! Yani iki yüz elli TL. Ilk maaşımı almama daha bir ay var.Harcamalar konusunda cok dikkatli olmam gerekse de cok açim ve ilk günün günahi olmaz diyerek siparisi verip kendimi koltuğa birakıyorum.Karşimda cam kenarinda orta yaşli iki kadin muhabbet ediyor. Kiyafetlerinden, saclarindan, hallerinden ve hareketlerinden kulturlu ve halleri vakitleri yerinde duruyorlar.Zaten iyi bir semt olduğunu bilerek geldim buraya.

    Parade

    Hamburger beklentimin üstünde oldukça lezzetli! On poundu haketti! Hizlica yiyip ayriliyorum. Parade’ye çıkıyorum. Cadde çift yönlü, sağlı sollu mağazalar var. H&M’i görüyorum.Sonunda tanıdık bir yüz!Hemen yanında M&S var ama vitrinlerde kiyafetlerin aksine gıdalar ve hazır yemekler var.Burasi bir super market! Bu yeni bilgiyi de bir aklımın bir köşesine not ediyorum.Binalarin hepsi de modern ve bakımlı.Kendisine has bir tarzi var caddenin.Benden evvel Ingiltereye gelen arkadaslarim GSM sirketi olarak “Three” yi onerdigi icin magazayi görür görmez girip hat aliyorum. Faturalı hatta henüz geçmeyeceğim, bir aylık paketi seçiyorum.Hat için otuz beş; dönüstürücü priz için de beş pound vererek ayrıliyorum mağazadan.Hatti takip vardığımi bildiriyorum Türkiye’ye. Telefonu sarj etmek icin cadde üzerindeki starbucksa giriyorum. Kasadaki kiz meşhur İngiliz aksaniyla yasayacagim zorluklar icin gerekli ipcularini veriyor. Birkac kere tekrar ettiriyorum sorduğu sorulari, ne hikmetse nakit para kabul edilmeyecegini söylüyor. Kredi kartımı ilk defa kullanacağım burada. Neyseki çalışıyor. Bir oh çekiyorum. Kahvemi yudumlarken bu nakit kabul edilmemesi durumuna bozulduğumu farkediyorum.Daha sonra ugradigim starbuckslarda boyle bir uygulama ile karsilasmayacağım.
    Aylardır bu ani bekliyorum. Kasım ayının sonunda firmadan teklif aldım ve bugün Mart 15. Yeni hayatımın ilk günü!Ama hiç birsey hissedemiyorum henuz. Bir yandan Parade’yi turlamak istiyorum bir yandan bunun icin çok yorgunum. Bir de rahatsız edici yeni bir his olustu içimde. Yolda yürürken herkesin bana baktigi ya da buraya ait olmadıgimi bildikleri gibi kötü bir his…Oysa yoldan geçen Hintliler, Çinliler gayet rahat görünüyorlardı.Onlar da buraya sonradan gelmişlerdi yüksek ihtimalle.
    Belediyeye ugrayip oturum kartimi almaliyim. Sirket eli kulagında o kartta yazan BPR numarami bekliyor ben işe baslamadan evvel.Günlerden Çarşamba.Pazartesi işe başlayacagım. Bu isi halletmeye karar veriyorum.Zaten berbat haldeyim, keyifli seyleri daha iyi bir moduma saklamaliyim diye düşünüyorum. Yol boyunca hiçbir taksi göremiyorum. Türkiye’de oysa böyle bir problem yok. Boş geçmeseler de taksiler tonla. Vazgeçmek uzere iken taksi duraği goruyorum. Üç taksi beni bekliyor. Iyi günümdeyim. Durakta bekleyen amcalar nasıl olduysa Türk cikiyor. Ingilizce selam veriyorum ama aksanlardan hemen anlasiliyor. Are you Spanish diye soruyorlar Türk olduğumu anlamalarına ragmen. Bu soruyu bir iltifat olarak aliyorum ve Türkçe konuşmaya başliyoruz.
    Taksi sirasinda ilk aracta Hintli genc bir sofor var. Kaziklamamasi icin ricada bulunuyorum hemşerilerimden.Zaten on poundu gecmez diyorlar, oyle de oluyor.Belediyeye varip BPR (biometric residence premit) kartimi hizlica aliyorum.Pasaportumdaki tarihe göre üç ay sonra vizem bitiyor. Dolayisiyla devaminda bu karta ihtiyacım olacak. Dönüşte küçük bir otobüs gari görünce bu sefer otobüsle eve dönmeye karar veriyorum. Otobüs soförüne on pound veriyorum ama anlaşılan para üstü verilmesi gibi bir uygulama yok. Bu yüzden tam iki pound istiyor, neyseki bozukluklarım var. Tabi ki öylece anlayamiyorum İngiliz aksanını söförün. Karşılıklı bakıştığımız bir süre oluyor, işaret diliyle anlaştığımız…Bir yere geçip oturuyorum. Yolcuların bazıları kredi kartı ile ödeme yapıyorlar. Tavana doğru camın üzerinde bir bankanın kredi kartı reklamı var. Kartlarını otobuslerde, trenlerde kullanabileceğimizi yazıyor. Iyi bari bozuk para telaşına girmeye gerek kalmayacak!
    Yolculuk boyunca o meşhur müstakil tuğlalı İngiliz evlerini görüyorum dışarıda. Hepsinin de bahçesi var. Şirin görünüyorlar ama herkesin aksine böyle bir hayalim olmadı hiç.Levent’ teki gökdelenlerden şehri izlemeyi istedim daha çok. Amerikan filmlerinde New Yorkta ellerinde kahveleriyle koşuşturan iş insanlarının arasında dolanmak cazip geliyordu ama son bir yılda artik bu Amerika hayali çekiciliğini yitirmeye baslamıştı.Kalabalıktan ve şehirden kaçmak istiyorduk.Ingiltere planı da tam da böyle bir dönemde olusmaya başlamiştı.
    On dakika sonra Parade’ de iniyorum otobüsten. Evin yakınlarda büyük bir Tesco var. Ingiltere’deki en yaygın süper marketlerden.Markette türlü türlü gıdalar atıştırmalıklar!Neyseki çok düşkün değilim abur cubura.Başkaları burada kendisini kaybeder diye düşünüyorum. Hizlica su, yumurta ve ekmek gibi kiritik bir kaç şey alip kasaya geciyorum. Ve tabi ki kutlama icin bir de şarap.Şaraplarin Türkiye’ye kiyasla avantajlı bir noktada olmadığını farkediyorum. Alkol sudan ucuz değil yani burada. Kasada yine anlaşamıyoruz kasiyerle. «Do you need a bag?» gibi en sıradan kaliplar bile sinir bozucu bir şekilde anlaşılmıyor ve bunu sanki kasıtlı yapıyorlarmış gibi geliyor. Bir şekilde anlaşmayi başariyorum ama pasaportumu görmek istiyor kasiyer hanim. Ülkesine gelen yeni işgalcinin adını bilmek istiyor sanırım.Boşluğuma geliyor, pasaportumu veriyorum .Önce bana sonra da pasaportuma bakiyor. Kendimi havalimani pasaport kuyrugunda gibi hissediyorum yine.Para ustumu veriyor.Bir kere daha İngiltere ye giris icin onay almis hissederek ayriliyorum marketten. Tam da ayrilirken ayiyorum gene. Hangi hakla marketteki bir gorevli pasaportumu istemişti, ben de hiç düşünmeden uzatmıştım.Kızıyorum kendime!
    Eve geciyorum.Aynada kaşıma gözüme bakiyorum.Siyah saclarima ragmen ten rengim beyaz, biraz da pembe. Tabi Ingilizlerle kiyasladigimda bariz esmerim. Alnimda koca harflerle “buralı” değil yazıyor olmali. Neyseki bana has bir durum olmasa da pek çok Türk gibi İspanyollara da benziyorum.Yani bir İngiliz görse Avrupali da diyebilir pek ala!
    Bir kadeh şarap alip spotify listemdeki favori sarkılarimdan birini seçiyorum. Vizesi, kedisi, evin taşınmasi, bir de halı hazırda devam ettirdiğim şirketteki görevim, vedalar hoşcakallar derken son beş ay hiç nefes almamış, kendimi koltuğa şöyle bir bırakamamıştım.Neyseki koltuk tüm bu yükü taşıyabilecek kadar sağlam ve rahat görünüyordu.

    Gözlerimi şöyle bir kapadım.Hızlı bir giriş yapmıştım ilk güne.Bu yüzden henüz anlayamamıştım nerede olduğumu! Oysa şimdi Ingilteredeydim! Aylar evvel bu hayalin peşindeyken şimdi tam icindeydim! Yeni hayat!Yeni iş! Yeni arkadaşlar!Gezilmemiş caddeler, görülmemiş topraklar ve henüz denenmemiş tatlar!

    “En güzel deniz henüz gidilmemiş olanıdır” diyerek atıfta bulunuyorum şaire.

    Duygularımi bir sonuca bağlarken Oscar alan yıldızların teşekkür konuşmalarında olduğu gibi her zaman yanimda olan aileme ve sevgili eşime icimden teşekkür ederek ödülü kaldırır gibi kadehi kaldırıyorum. Alkışlar kopuyor salonda. Baziları ayakta alkışlarken bazilari ellerini birbirlerine deydirerek alkişlar gibi yapiyor. Bazılari da hemen yanındakiyle fısıldaşmaya başliyor.

    Şarabımı tepeme dikip eşlik ediyorum ben de sarkıya. Buraya geleceğimizi ögrendigimiz andan beri evde sürekli çalınıyordu şu Jehan Barbur şarkısı:

    Benimle gel bırak sözler onların olsun
    Yalanlardan uzak bir dünya biliyorsun
    Şehirlere inat temiz günlerin olsun
    Yaşanmalı hayat bir yol var görüyorsun

    Yeni hayat!

    Seni de beni de çağırıyor
    Yürürsek el ele hafifliyor arınıyor

  • Bir Küçük Çay Meselesi

    Keşke herşey Kabak tadı verse!

    Dolmuş şoförünün hemen tepesinde camın üstünde bu söz yazıyordu. Böyle laf oyunlarına oldum olası bayılıyordum. Yalın ama vurucu!

    Bu cümleyi son beş yılda her yaz okuyorum bu dolmuşta.Çünkü gerçekten de hiçbir yer Kabak tadı vermiyor. Bu yüzden her sene Fethiye’nin Faralya köyündeyiz. Ama burası Fethiye’den oldukça izole bir köy. Ölüdeniz’e varınca on km daha yol alıyorsunuz. Dağların etrafından dolanarak, keskin virajlardan geçerek ve deniz seviyesinden yükselerek ulaşıyorsunuz Faralya ‘ya. Yolculuğunuza Kabak’tan da görülen o muhteşem deniz manzarası eşlik ediyor. Uçsuz bucaksız bir deniz.Ne bir gemi, ne bir ada, ne de bir kara parçası var ufukta. Deniz gökyüzü ile buluşuyor.Aracınız varsa yol üstünde Kelebekler Vadisi’nde mola vererek yörenin o görkemine bir kez daha şahit olabiliyorsunuz.

    Fethiye-Faralya Kabak dolmuşu ana caddede Deniz Market’i geçer geçmez bizi indiriyor. Denizden oldukça yüksekteyiz. Marketin hemen üstünde gözlemeci ve bir restoran bulunuyor.O restoranın denize bakan bar sandalyelerine oturup Kabak manzarasını seyretmek gibisi yok. Bir tarafınızda deniz ve gökyüzü ufukta karışıyor, pastelleşiyor; bir yanınızda da heybetli dağlar hemen dibinizde yükseliyor. Zaten benim için Kabak’ ın yüzde doksanı bu manzara.Denize girmesem, yerimden ayrılmasam da olur.Bana bir oda bir de balkon yeter. Bir de arada çayımı tazeleyin!
    Ana caddeden kumsala ve otellere inmek zor.Özel aracınız olsa bile taşlık yollar ve uçurumlar korkutuyor.O yüzden bu yıl da araçsız geliyoruz. Sahile yürüyerek ineceğiz çünkü bu yürüyüşleri seviyoruz. Çıkarken de dolmuşları kullanacağız.

    Kalacağımız bungalov oteli arıyorum.Hemen gelip bizi alıyorlar. Odamız deniz manzaralı ve balkonda iki adet sandalye ve bir adet masa var.Sarmaşıklar balkon korkuluklarını istila etmiş.
    İngiltere’den geldik.On iki saattir yoldayız. Saat akşamın dokuzu.Uyku en mantıklısı. Duş alıp uyuyoruz.
    Gece nedensiz uyanıyorum.Odanın denize bakan kısmı boylu boyunca cam.Ay tepede ve denize yansıması tarifsiz.Cırcır böcekleri yine coşmuş.Sonraki günler de hiç susmayacaklar. Hemen karşımızda ama kilometreler ötede Yediburunlar’ı görüyorum.İki yıl evvel soğuk bir kasım ayında orada iki gece geçirmiştik .Orada sabahları içtigimiz semaver çayının tadını hala unutmuyoruz. İngiltere’den de Türkiye’ye kahvaltı ve çay hasreti ile geldik. O yüzden kahvaltıyı iple çekiyorum.
    Sabah on gibi kahvaltıya indik. Kahvaltının bitmesine henüz yarım saat vardı ama restoran boştu.Denize bakan bir masaya yerleştik.Otelin restoran görevlisi genç kız kahvaltılıkları getirdi. Simit ve sucuk yoktu.Eksi 1! Semavere gittim, çay bitmişti. Eksi bir milyon! Garson kız gururlu ve kendinden emin bir şekilde saydam bir çaylığa koyduğu sallama çayı masamıza bıraktı ve afiyet olsun diyerek hızla uzaklaştı.Birşey demeye fırsat bulamamıştım. Manzaraya hayran hayran bakarken arada kaynamasına göz yumdum.Önümüzde daha günler vardı, o yüzden bahtımıza düşenle yetindik o sabah.
    Ertesi gün daha erken bir vakitte yine çay motivasyonu ile ayaktaydım aynı saatte.Yine çay bitmişti!
    Bu konuda biraz yakındım garson kıza ve gururla ikame olarak sallama çay getirecegini belirtti. Bu topraklarda hiç yaşamamış olsaydık bu durumu sakinlikle karşılayabilirdik. Ancak hangi Türk’ü sallama çay ile ikna edebilirdiniz? Sakince durumun abesliğini hissettirmeye çalıştım.Nitekim menüde yine sallama çay vardı.
    O akşam hemen yanımızdaki kampı sessizce arayıp -ayıp ve yanlış birşey yapıyormuşuz gibi- demleme çay olup olmadığını sorduk.Yoktu! Tatil beldelerindeki o çay bahçeleri burada bulunmuyordu. Sabahında Yediburunlar’a gitmeyi bile düşündük.
    Verdigim tepki sebebi ile sonraki günlerde sayemde otel çay yüzü görmüş oldu.Ben de kana kana içtim. Ama garson kızla aramizda garip bir gerginlik başlamıştı.Restoranda kurduğu hakimiyet sarsılmış, koyduğu kurallar sorgulanmıştı.Bozulmuştu belli ki! Eşimi selamlıyor, beni görmezden geliyordu. Diğer masalara servis edilen karpuz ve kavun bizim masaya gelmiyordu.

    Otelde beş gece oldukça sakin geçti. Geceleri içmektense gündüzleri deniz kenarında biramızı yudumluyorduk.Sahil tarafında partilerin olduğunu biliyorduk ama tekno partiler dışında pek bir alternatif yoktu. Kabak’a ilk geldiğimde bundan tam 5 yıl evvel hemen dibimizdeki Nena Sahne’de Jehan Barbur’un konser verdiği o geceyi hatırladım. Ne büyülü, beklenmedik bir geceydi. Bu tatilde ihtiyacım olan tam da öyle bir eylence anlayışıydı. Yine de huzurluydum. Akşam yemeklerinin hemen ardından kahvaltı yaptığımız bir döngüye girmiştik.Kahvaltı sonrası yürüyerek sahile ulaşıyorduk. Bu yürüyüşlerde deniz manzarasına iyice doyuyor, zeytin ağaçları arasında yürürken yol üstündeki diğer bungalov otellerini inceliyorduk. Sahile ulaşır ulaşmaz denize girip ferahlıyorduk.Günün büyük kısmını bu sahilde yeni hayatımızdan, yaşadığımız iç değişimlerden, hedeflerimizden ve planlarımızdan bahsederek geçiriyorduk. Bunları konuşurken fikir alış verişi yapıyor ve henüz anlamlandıramadığımız bazı duygularımıza bir anlam arıyorduk.

    Likya Yolu

    Beşinci günün sabahında uçuşumuzun check-inlerini tamamlayıp resepsiyona ödemeyi yaptık.İstikamet önce İstanbul sonra Londra ‘ydı.Sağolsun bizi yine ana caddeye bıraktı resepsiyondaki tatlı kadın. Garson kızın aksine oldukça güler yüzlü ve sakindi.Bizi caddeye bırakırken otelin işletmecisi olduğunu ögrendik. Oysa ne kadar da mütavazıydı!
    Misafirlerin böceklerden yakınmasından dem vurdu. Kapımda ilk defa cırcır böceği ile tanıştığım o an aklıma geldi.Oysa ben cırcır böceklerini hiç böyle hayal etmemiştim. Zift siyahıydı zırhı ve iriydi. Uçabildiğini zaten biliyorsunuzdur. Yine de odanın içinde görmediğimden şikayetçi olmamıştım.Zaten bu doğal ortamda pek makul karşılanmayacak bir şikayet olurdu.Bir de şu çay meselesi üstüne!
    Gözlemecide bir çay içip minübüsü bekleyeceğimizi söyleyip ayrıldık. Bu çay meselesi kim bilir tüm Kabak’a nasıl yayılmıştı ve belki de otel işletmecisi konudan haberdardı ve laf soktuğumu düşünmüştü. Gece yan kampı arayıp çay sorduğumu bile biliyordu hatta!
    Bunlar bizi güldüren komik senaryolardı, kimsenin ruhu duymamıştı geçirdiğim çay krizlerinden. Garson kız farkındaydı bir tek.
    İşletmeci kadın bize iyi tatiller diledi ve ayrıldık.Ne ben çay konusunu açtım ne de o memnuniyetimizi sorguladı. Tabi ki bu küçük çay meselesinin faturasını tüm otele ödetmeyecektim.Herşeye rağmen memnunduk ama otel yorumlarında kahvaltıya bir tık özen gösterilmesi gerektiğini es geçmedim.Akşam yemeklerinin ise hakkını verdim.
    Fethiye-Kabak minübüsünün Fethiye’den gelip yolcuları Kabak sahile kadar bıraktığını minübüsu beklerken Deniz Maket’ ten ögrendik.Sahile inen yolun yapıldığını bu tatilde sahilden otele ulaşmak için kullandığımız dolmuş yolculuklarında keşfetmistik ancak yeni yapılan yolun uzak semtlerden, mahallelerden günübirlikçileri getirdiğini farketmemiştik.Bu gidişle köyün kalabalıklaşacağından, daha çok turist çekeceğinden, yeni otellerin buradaki salaşlığı bozacağından korkuyordum.Şimdiden tahta evler yerine butik beton oteller kendisini göstermeye başlamıştı.
    Gece Sabiha Gökcen Havalimanı üzerinden İstanbul’a annemlere geçtik. Takip eden haftanın her sabahında da aksamında da demleme çaya doyduk. Bavuluma da üç kilo çay ekledim.
    Dönüşte hava limanında bagajim tam üç kilo fire verdi. Falza bagajlar için kilogram başı yüksek ücretler isteniyordu yurt dışı uçuşlarında.Bu yüzden birkaç gereksiz eşyayla üç kilo çaydan birini bizimkilere bıraktım.
    Oteldeki kızın ahı tutmuştu belli ki.
    Bense davamda kendimi haklı buluyordum. Bir otelde kahvaltı veriliyorsa hakkıyla verilmeliydi, kahvaltıda demleme çay olmalıydı ve hatta mümkünse semaverde demlenmeliydi.

    Geçenlerde bir yazı okumuştum.Kim söylediyse duygularıma tercüman olmuş:

    Huyu mu güzel olsun, yüzü mü derseniz çayı derim; çay önemli!
    Ey oteller, kafeler, restoranlar! Lafım size!

  • Yeni Ev’im: Yollar ve Kuyruklar

    Pilot Londra Stansted Havalimanı ‘na iniş hazırlıkları için “cabin crew” ı göreve davet etti. Dört saat boyunca oturduğum şu koltukta kendime ait ufak bir yaşam alanı oluşturmuştum. Yastığımdan battaniyeme, atıştırmalıklarımdan su şişelerine kadar herşey tam takırdı.Koltuk çekmecesindeki laptobım, tatil boyunca yüzüne bile bakmadığım o kitabım, spotify listemde geceden indirilmiş şarkılarım…Hemen kafamın üstündeki rafta bekleyen kabin bagajımı da düşünürsek şuracıkta küçük bir ev inşa etmiştim.

    Uçak hava limanına on beş dakika geç iniş yapmıştı.Şimdi “ev”i tekrar bir yerlerde kurmak üzere hızlıca toparlamalıydım.Ancak kapılar bir türlü açılmıyordu. Uçuş boyunca bana eşlik etmiş eşyalarım birden bire beni boğmaya başlamış, göğsümdeki klostrofobik çarpıntıları tetiklemişti. Camı bir kapatıp bir açıyor, gözlüğümü bir takıp bir çıkarıyor, sonra da kulaklığımı takıp müzik dinlemeye karar veriyordum.Bu halimle hemen yanımda oturan yaşlı teyzeyi bekleme süresince oyalayacak o pembe dizi gibiydim. Her hareketimde o da oturduğu yerde kımıldanıyor ve bir sonraki sahneyi heyecanla bekliyordu.

    Kuyrukta bekleyen insanların bazıları yeni seyircilerim olarak yerlerini aldılar. Herşeye çare bulabilmişti insanoğlu ama şu kabin kuyruğuna bir çare bulamamıştı! Aradan on beş dakika geçti. Ayakta bekleyen yolcular pes edip koltuklarına dönmeye başlamıştı ki kuyruğun ön sıralarında bir kımıldanma başladı. Açılan kapıdan içeri dolan ışık huzmesi ile birlikte teyzeye dizinin bugünkü bölümünün sonuna geldiğimizi anlatan bir işaret çaktım. Pek acelesi yok gibiydi.

    Hostesi selamlar selamlamaz bağımsızlığını ilan eden bir gezegen gibi kuyruklu yıldız takımımdan hızlıca uzaklaştım. Herşey yolunda giderse otobüsümü yakalamam hala mümkündü.

    Seyahatler uzamanlık alanımdı.Uçaklar, trenler, oteller, seyehat uygulamaları.. .Bir de pasaport kuyrukları…Tüm bunlara rağmen biraz gergindim.Bu havalimanına ilk defa iniş yapmıştım ve Londra Heatrow Havalimanı’ndaki gibi çetrefilli koridorlarla karşılaşmamayı umuyordum. Ve bir de Birmingham International da olduğu gibi havalimani içindeki aktarma metroları ile. Zaman kazandırsa da zaman kaybettiriyor gibi hissettiriyordu şu an. Gözüm sürekli saatteydi.

    Hava limanı şehrin kuzey doğusunda yer aldığı için Coventry’e diğer beş hava limanına nispeten uzak kalmıştı. Yine de National Express ile konforlu bir yolculuk umuyordum. Coventry otobüsünu yakalayabilirsem akabinde yaşadığım o tatlı kasaba olan Royal Leamington Spa’ya gece yarısından evvel varabilecektim.
    Uçaktan hızlı bir iniş, koşan adımlar ve işte pasaport kontrolüne giden havalimanı metrosunun kapıları bana meydan okurcasına gözlerimin önünde kapandı. Ah şu metrolar! Hayat sen planlar yaparken başına genlerdir! Olayı trajik hale getirmeden iş yerindeki o mühendis kimliğime büründüm soğukkanlılıkla. Nerede hata yapmıştım? Uçakta oturduğum koltuk ve metro arasındaki performansımı gözden geçirdim. Durumu tahmin edip koltuk seçimini uçağın en önünden yapabilirdim.Evet, normalde bu kadar stratejik düşünebilirdim, hatta uçağın gecikme ihtimalini tahmin etmek pek de zor değildi.Ama İngiltere’ye taşındım taşınalı eskisi kadar planlı ve kontrolcü değildim. Amacına ulaşmış ve emekliye ayrılmıştı içimdeki garantici, ihtimallerin peşinden koşmuyordu artık. Yemekte o gün menüde ne varsa okeydi.
    Birazdan diğer metro geliyor ve iste bindim. Metrodan iner inmez EU ve UK pasaport kuyruğunun yanındaki “diğerleri ” kuyruğuna dahil oldum. Seçilmis insanlar yan kuyrukta ne kadar şanslı olduklarını düşünerek şükrediyorlardi hallerine sanırım.

    Kuyruk ne yazik ki tüm çabama rağmen devasaydi. Pasaport kontrolünden sonra bir de bagajlarımı bekleyecektim. Otobüsüme on dakika kalmıştı Bir sonraki otobüs bir saat sonra kalkıyordu ancak sistem bilet değisikliğine izin vermiyordu. Otuz poundumu yakacaktim yani.Türkiye’den henüz dönmüştüm ve hala her poundu otuz dört ile çarpiyordum.
    Önümde yaklaşık altmış kişi ve görevde aktif beş kabin memuru bulunuyordu. Kuyruk teorisine göre bu hizla giderse en az yirmi dakika daha buralardaydim. Oysa şu an pasaport kuyruğunun en önündeki o Asyali iki kızdan biri olmak vardı! Otobüsüme binip konforla evime varmak! Amigdalam hayati durumu farkederek emretti: Birşeyler yap! Türkiye’ de olsam bir şekilde rica edip öne geçerdim ama İngilizleri yeterince tanimiyordum. Birden aydım, biz “diğerleri”ydik bu kuyrukta, İngilizler’in sıra bekleme konusundaki hassasiyetlerini bu kuyruktan beklemiyordum. Bir cesaret yüksek sesle öne geçmek için izin istedim kuyruktan. Kuyruğun sözcülüğünü üstlenen genç adam kararlarının olumlu olduğunu bildirdi. Öne doğru ilerliyordum ki sadece Türkçe konuşuyor olmasından Türk olduğunu anladığım bir kız (çünkü o artık bir İngiliz olmuştu ve “diğerleri” kuyruğundan daha iyilerine layıktı) beni durdurdu ve bir eli telefonunda aynı durumda olduğunu ve ayrıcalığımın olmadığını söyledi. Bunları o kadar sakin (bir o kadar da sinir bozucu) söylemişti ki kapıda şoförü bekliyor gibiydi ve asıl amacı sıra bekleme konusunda İngilizler’den ögrendiği meziyetleri pazarlamakti. Çatmıştım! İnsanlara durumu anlatarak birlikte ön sıralara geçmeyi teklif ettim ancak diğerlerine haksızlık olacağını  ve içine sinmedigini söyledi. Benim de otobüsüme binip vakitlice evime ulaşmak varken otuz poundumu yakıp üstüne bir de trene elli pound odeyip gecenin ortasında evime varmak içime sinmiyordu! Ve eminim ki İngiliz anayasası bile olağanüstü koşullar gereğince beni destekliyordu!

    Bekleyenlere baktım, herkes gayet sakindi, kimse benim gibi buradan başka bir şehire gitmeyecek Londralı’lardı belli ki. Coventry de yaşadığımı ve yolumun uzun olduğunu anlatmaya çalıştım.Otobüs durağının uzak olduğunu ve yetişmeyeceğimi belirterek bir de inancimi balatalamaktan geri durmadı kiz. Ama birden insafa geldi! Sanırım sıradan bir turist değil de orada yaşayan biri olarak gözünde rütbe atlamıştım. İzin isteyerek sıranın en başına geçebildim. Kuyrukta bekleyecegim yirmi dakika bir anda bir dakikaya inmişti, kuyruk teorisini çökertmiştim iste! Belki de teori bu yüzden bir türlü kanun olamıyordu.Hesaba katmadığı durumlar vardı teorinin! Henüz bir Türk tarafından test edilmemişti!
    Pasaport kuyruğu geçildi, bagajlar alındı. Saate baktim. Otobüsümü yakalama ihtimalimi kaybetmek üzereydim! Ama İngiltere’de otobüsler ne zaman vaktinde kalkardı ki! O küçük ihtimal icin herşeyi yapmaya hazırdım. Gözümü karartmıştım. Koşuyor, koşarken insanlara çarpıyordum. Attığım her adımda suçlarım kabarıyordu yani.Neyseki çarptığım İngilizler özür dileyerek bu kabahati üstlenmeye hazırdılar! Ve vardım. Şükürler olsun! Kendime inanmiştim! Ve zafer gelmişti! Otobüs mü? O yirmi dakika gecikmeli kalkmaya karar vermişti. Hayat yine ben planlar yaparken beni kıkırdayarak izliyordu.

    Yine de bu durumun zaferimi gölgelemesine izin vermeyecektim .Zafer zaferdi ve kutlanmalıydı! Istasyondaki Nero ya gidip kendime bir kahve ısmarladım.
    Otobüse bindim.Oturacağım koltuğu son kuruşuna kadar haketmistim.
    Yaklaşik sekiz saattir yoldaydim ve önumde bir üç saat daha vardi ama ucakta kurduğum yasam alanına burada gerek yoktu.Tatilde çekilen fotoğraflara bakarak eve varmak kısmı yolculuğun en tatli kismiydi. Kulakligimi taktim. Fotoğraflar tatilin ilk kismi olan Kabak’ta başlıyordu.Kumsal fotograflarını görünce güneş altinda ard arda dinlediğim o şarkiyi açtım.Şarkı tekrar modunda kalmıştı ve tekrar ettikçe ninni etkisi yapıyordu.
    On beş dakika sonra fotograflar gittikçe bulanmaya başlamıştı. Amigdalam belli ki üzerine düşeni yapıp görevi terketmiş, kaslarim gevşemiş ve göz kapaklarim ağırlaşmıştı. Bu sefer beynimin hatırlayamadığım bir kısmı uygun koşullari tespit ederek uyku hormonlarını pompalamaya başlamıştı ve şarkının dördüncü tekrarına geçmeden uykuya dalmıştım.

    Şoförün zaten tam anlamıyla alışamadığım İngiliz aksanının üstüne mikrofondan gelen o boğuk sesiyle uyandım.Otobüs durmuştu. Dışarıdaki istasyonun üstünde Coventry Pool Meadow Station yazıyordu.Üç saat ölü gibi uyumuştum.
    Kulaklığımda o şarki bilmem kaç defa tekrar edip çalmıştı ve yıl sonu spotify favori şarkı listemde birinciliği garantilemişti.

    I love to love!
    But my baby just loves to dance,
    loves to dance, loves to dance!

    Otobüsten indim.Uber yolculuğumu planlamak icin istasyona geçtim. Çok kalabalık olmamasına rağmen istasyon terkedilmiş bir izlenim veriyordu.Yine de seviyordum Avrupada’daki istasyonların bu gösterişsiz halini. Yolda olmayı sıradanlaştırıyor, yemek içmek gibi hayatın bir parçası haline getiriyordu. Şarkıyı değiştirtirdim. Spotify listemde birinciliği hakeden şarkı o değildi. Sena Şener’in seslendirdiği, tatil boyunca dilimden düşürmediğim o şarkısına tıkladım: Şöyle diyordu şarkıda:

    “Al bizi koynuna ipek yolları!

    Üstümuzden geçiyor gökkuşağı…”

    Bazen bir cümle için bir kitabı baş ucu kitabınız yaparsınız ya bu cümle de o cümlelerden oldu benim için…

    Saate bakmadım. Duvara yaslandım. Bu sözleri yazan Murathan Mungan kim bilir daha neler neler yazmıştı diye düşündüm.

    Yolculuğumun son durağındaydım. Bir gün içinde şehirler ülkeler katedilmişti. Yollar, kuyruklar, birşeyleri kaçırma korkusu ve yetişmenin coşkusu…Herşey şimdiden uzak ve tatlı birer anı olmuştu. Kuyruktaki o kız geldi aklıma, bir sonraki yazıma güzel bir malzeme olacağı için onu da sevgiyle andım. Şarkı şöyle devam ediyordu:

    “Neresi sıla bize neresi gurbet?

    Yollar bize memeleket!”

    Huzurluydum.Eve henüz varmamıştım belki ama aslında uzuncadır “Ev” deydim.

  • Uber Sohbetler

    Geçenlerde İngiltere’de çok sempatik bir Uber şoförüne denk geldim. Arabaya biner binmez Türk müsünüz diye sordu. Biraz bozuldum! Neden mi? Çünkü bu aralar “are you spanish” sorusu en favorim. Ama öyle gelişiguzel bir şekilde değil! Her yıl düzenli olarak kendilerini ziyaret ettigimden ben aslında yari zamanli İspanyol sayılırım da ondan. Pek severim dillerini, danslarını.Bu yüzden hem İspanyolca dersi almişimdir hem de bir süre latin danslarina sarmişimdir. Bende yeri hep ayrıdır Barcelona`nin o gotik sokaklarinin, La Rambla Caddesi’nin, aşırı ferah sahil seridinin ve İspanya’nın henuz görmedigim güney şehirlerinin…

    Türk olduğumu nasil anladigini sordum. Meğer Uber cağrimdan gördüğü ismimi daha önceden biliyormus. Oysa Türkiye’de etrafimdaki insanlarin hayatlarindaki tek Tülay muhtemelen bendim. Hollanda`da Türk mahallesinde büyümüş ve Türklere kendisini cok yakın hissediyormus, her Pakistanli gibi…

    İki ülke arasında nasıl güçlü bir bağ olduğunu iyice anlamamı istiyordu. Kurtuluş Savaşı’nda sadece Pakistan’in Türkiye için savaşmaya geldiğini söyledi. Bu konuyla ilgili en son okuduğum yazı ilkokul tarih kitaplarindaydi muhtemelen ama savaşmaya gelemedikleri gibi bir bilgi kalmış aklımda. Sonrasında biraz kurcaladım; hem maddi hem de manevi olarak ordalarmış.

    Pakistan halkının Türklere karşı sevgisi o kadar fazlaymis ki Pakistan’a gidecek olursam ve Türk olduğumu söylersem kafelerde, restoranlarda ödeme kabul edilmeyeceğini, insanlarin bizi ücretsiz ağirlamaktan büyük bir mutluluk duyacağindan bahsetti. Şaşırmıştım ama hoşuma gitmisti. Avrupanin pek çok yerinde ayrimciliga maruz kalirken, bir ulkede -ki bu Ortadoğuda bir ulke olsa da- baş üstünde taşınmak ruhumu okşamisti.

    Şoför Pakistan`i mutlaka ziyaret etmem konusunda beni motive etmeye calisiyordu. Doğrusu Pakistan bana Ortadoğunun cagristirdigi herşeyi cagristiriyordu ve bunlar pek de çekici değildi. Bu yüzden bu ziyaret icin daha fazla motivasyona ihtiyacim vardi.Bunu farkedecek olmali ki konuyu Keşmir den acti. Meşhur kaşmir kumaşının üretildiği o topraklardan…Hindistan ve Pakistan arasinda bir türlü paylaşılamayan büyük yara…Neyse ki bu durumdan haberdarim! O kadar cahil olmadiğimi hissettirmek icin Kesmir halkinin Müslüman olduklari konusunda cevabini bildigim bir teyit istiyorum. Evet diyor. Şehirin yüzde 95`i Müslüman olduğu icin Pakistan şehre sahip olmak istiyor ancak Hindistan tabi ki orali degil.Türkiye de tabi ki Pakistani destekliyormus, bağımsızlığını ilk ilan edip 1947 de Hindistan`dan ayrildiklarinda nasil desteklediyse…Bir de Keşmir halkinin ne kadar açık ve parlak tenli, uzun boylu olduklarindan hayranlikla bahsetti. Belli ki açık tenlilik bizde oldugu gibi orada da rağbet goruyordu.

    Konu tabi Türk yemeklerine de geldi. Sarma ve pilavi cok seviyormus. Ben de gururlarak Türk mutfağının dünyanin en iyi ve en zengin mutfagi oldugunu soyledim. Oysa Avrupa disinda gordugum bir mutfak mi vardi acaba? Bugune kadar Asyada herhangi bir ulkeyi ziyaret etmemistim. Neyseki beni duzeltti. Pakistan ve Hindistan mutfaginin da oldukca zengin olduğunu soyledi. Zenginlik konusuna birşey diyemezdim dogrusu. Sokak yemekleri bile çesit çesitti bu ülkelerde. İngiltere’de de adim başi Hint restoranlari bulunuyordu. İngiliz mutfağindaki boşlugu farkeden Hintliler kendileriyle birlikte mutfaklarini da oldugu gibi buraya taşimis ve burada bir hakimiyet kurmus gorunuyorlardi. Market raflarinda da hazir Hint yemekleri bulunuyordu. Ne yazik ki bir kac kere deneme gafletinde bulunmustum. Soslar ve baharatlar o kadar yogun oluyor ki ne yediginizi anlamiyorsunuz. Yediginiz tavuk lezzetli miydi? Yoksa lezzetsiz bir yemegi soslarla susleyerek cekici hale mi getiriyorlardi? Bu sos ve baharat kulturu Pakistan icin de gecerliymis ama ovunerek yemeklerinin Hindistan`a kiyasla daha az baharatli ve daha lezzetli oldugunu soyledi. Ona inanmistim. Zaten Hint mutfagindan daha fazla baharati bir yerde goremeyecegime emindim.

    Varis yerine ulasmistik.Avrupa`da ansizin karsilasan iki eski dost gibi raki masasinda oturup eskilerden konusup dertlesmistik adeta. Ama onun benim aksime raki masasina hic oturmadigindan neredeyse eminim.

    Uberden inerken tatli bir his olusmustu icimde. Yeni dunyamda pek cok sey öğrenecek ve deneyimleyecektim. Türkiye`de iş-ev, Moda-Bostancı ve yazın bir iki defa uğradığım güney sahilleri üçgeninde gidip gelirken bir de korona ve Türk parasının bu denli düşüşü ile yurt dışından elimi eteğimi çekmiş, dünyada olup bitenlere duyarsızlaşmıştım. Umduğumu bulamadığım ilişkiler ve girişimler derken küçük kaygıları büyütmüştüm. Burada ise birbirinden farkli halklar ve kültürlerle iç içe yasiyordum, adeta dünyanin merkezinde gibi hissediyordum. Hedeflere ulaşmak artık o kadar zaruri olmasa da en zor hedefler bile çok yakındı artık! Eski kaygilarim şimdi küçüktü; dünya ise kocaman!

    Sohbet icin cok tesekkür ederek şoförle vedalaştim. Baktim bir de günes acmis West Midlands topraklarina! Keyfim daha da yerine gelmişti, Spotifyda hemen Buyuk Ev Ablukada`nin o sarkisini buluverdim:

    Güneş yerinde ! Herşey yolunda !

  • Neresi?

    “Al bizi koynuna ipek yolları
    Üstümüzden geçiyor gökkuşağı
    Sevdalı bulutlar uçan halılar
    Uzak değil dünyanın kapılari”

    Pervanenin ruzgari lenslerimi hepten kurutuyor, gozlerimi acik tutmak giderek zorlasiyor. Sabah kahvesini (ve uzerine 3 bardak cayi ) coktan icmeme ragmen uykuya direnmeye calisiyorum. Temmuz ayi sicagi herseyi daha da beter yapiyor. Genlesen damarlarim beni uykuya davet ediyor. En sonunda pes edip 5 dakika da olsa gozlerimi dinlendirmeye karar veriyorum. Sonra bir toplantiya hazirlanmam gerekecek.

    Isler biraz sakin. Projenin denk geldigim bu donemi yeni hayatima adapte olmaya calisirken ilac gibi geliyor. Yolunda gitmeyen projelere ya da yogun mesai saatlerine bir de yeni bir kulture, yeni bir dile alisma durumu eklenince Avrupa hayali niceleri icin kabus gibi geciyor ilk aylarda. Dolayisi ile bu durumdan simdilik cok sikayetci degilim ve aslinda bu projeye oldukca minettarim. Ne de olsa bu proje icin beni cagirdi o firma Istanbul’dan.Ben de isi gucu birakip, evi bosaltip bir koluma kedileri bir koluma eşimi alip bundan tam 4 ay evvel yollara dustum. Tuglalarla doseli kasabalarin, gunese hasret cocuklarin, ama ucsuz bucaksiz yesil arazilerin, ormanlarin memleketine dogru yol aldim. Ve bir de tabi dunyanin baskentine ev sahipligi yapan, kraliyla kralicesiyle prensi prensesiyle gundemden dusmeyen; gunesin batmadigi o ulkeye. Anladiniz dimi nereye gittigimi? Ama simdi de akliniz karisti. Temmuz sicaklari, pervaneler Ingiltere  ile ne alakaydi?

    Tabi ki de alakasi yok. Bulutlara serzeniste bulundugumuz o gunleri bir kenara birakip simdi kapimda esen ruzgarini, sirtima yagmurlugumu alip da pedal cevirdigim West Midlands`in o sakin kasabalarini aramaya basladim. Bir de gun ortasinda 2 kahve parasina tren bileti bulup Londra, Oxford un o buyulu atmosferini koklayabilme ihtimalini…Ya iste boyle.Gencliginiz yetiskinligiz Kadikoy-Besiktas sarmalinda gecince o sakin kasabalar bir noktada az gelebiliyor size, sonra sakinligi huzuru methettiginiz o cumleleri bir kenara atip kendinizi o kalabalikta cocuklar gibi şen bulabiliyorsunuz.

    Durun simdi, bunlari daha sonra konusacagim ama az sabredin. Su an nerede miyim peki? E 5 te Bostanci Koprusu`nu bilirsiniz bir tarafi Bostanci`ya  bir tarafi Icerenkoy`e bakar. Ama siz Bostanci`yi iyi bilirsiniz, Anadolu Yakasinda hayat da, medeniyet de, Kadikoy de bence oradan baslar. Icerenkoy`den belki bir habersinizdir ama. Beni bu semte ne getirdi, ne zaman, kimle, nasil geldim? Ve neden? Cunku bana sorarsaniz simdi uzerime yagmurlugumu giyip serin serin pedal cevirmeliydim yine West Midlands tarlalari arasinda. Burada termometreler 36 dereceyi gosterirken memleket pek de ”soyle bir yaz mevsimi goreyim, Bahariye`yi, Caddebostan Sahili`ni bir turlayayim da kendime geleyim!” diyerek coskuyla ucak biletlerini aldigimda hissettigim `o memleket` gibi gelmiyor.

    2 yil oncesine kadar Icerenkoy benim icin Istanbul Anadolu Yakasi`nda bir semtin adi idi. Bostanci Dudullu minusbus hattinin gectigi bir istikamet. Ama simdi baba evi oluverdi. Gerci bu evde hic yasamadim, ama babam da annem de iki kiz kardesim de bu evde hep birlikte yeni bir hayata basladilar 2 yil evvel. Yok buraya babaevi demem icin burada bir sure de olsa uyuyup uyanmam, işe, okula gitmem gerekirdi. Terzisini, bakkalini, manavini bilmem gerekirdi.

    Pervaneyi kapattim. Uykum kacti, biraz da urperdim ama kendime geldim.Tatil oncesi projeyi nasil biraktigima soyle bir baktim. Yonetici ile toplantima az bir zaman kalmisti. Ne sorar bu kadin simdi bana, ben nasil cevap veririm diye soyle bir hazirlik yaptim zihnimden. Hey! How are you? How was your holiday? sorulari coskuyla soruldugunda “I am pretty good!” ya da “I can not complain!” gibi ben de coskulu cumleler kurarak tatil yapmayi bilen ama motive olmus biri olarak ise donen o calisan olmaliydim. E tabi ki pazartesinin pazartesi olmasi ile ilgili birkac serzenis ile ortami isitacaktik birlikte. Ve bu arada burada Cuma geldiginde herkes ne kadar mutlu oldugunu da gizlemiyordu. Cumalari tum toplantilar cumaya tatli bir atifla baslanir, ortam isitilir. Ama bazi seylerin supriz olmamasi, her Pazartesi ve Cuma bu geleneksel muhabbetlere ortak olmak sıkıyor bazen dogrusu. Bir de ben cok laf kalabaligina gelemiyorum, konuyu goruselim ve vedalasalim mumkuse hemen! Ama adamlar muhabbeti seviyor, espriler sohbetler hic bitmesin istiyor. Oysa siz Ingilizler`i boyle bilmezsiniz dimi?

    Yine uyuklamaya basladim. Kapinin otesinde babam bir dedektif gibi hangi odaya girip ciktigimi, mutfakta ne yiyip ictigimi gozetliyor. Kahve icsem yanina kavun oneriyor, mutfaga gitsem yemek var diyor, domatese gozum ilisse domates dograyayim mi diyor. Domates teklifini biraz garipseyip hizla odama ilerliyorum.

    Birazdan baslayacak toplantiya konsantre olmaya calisiyorum.Evin gozdesi Uzum Bey kapida beliriveriyor. Yaklasik 4 aydir hic gormedim onu. Hangi ara bu kadar tatli olmustu? Bakislarindaki o saflik beni mestediyor. Ben mi farkli goruyorum, o mu farkli bakiyor bilemiyorum?

    Zeytin`nin- evin ilk gozdesi- aksine beni sevdi. Ancak biliyorum ki bu bana ozel bir durum degil.Ziplayip calisma masama cikiyor. Pervanenin ruzgarinda tuyleri ucusuyor. Sonra gevseyip uzaniveriyor boylu boyunca masaya. Varligi sakinlesitiriyor huzur veriyor. Annem Uzumu gorunce tum derdini tasasini unuttugunu soyluyor. Babam desen kucuk erkek torunu ile oynuyor gibi kosturuyor pesinden.

    Telefonuma esimin yine yoklugumu firsat bilerek kedilerimi ayarttigi videolar dusuyor. Uzerinde battaniyesiyle uzanmis. Serinmis oralar. Hemen arkasindan da hava yollarindan bir msj dusuyor msj kutuma. Istanbul Sabiha Gokcen-Londra ucusunuz icin check in yapmayi unutmayin diyor. Hizlica halledip guvenlik kilidine basiyorum. Telefon ekranim”ev” ve Istanbul arasindaki 2 saat farkini bana hatirlatiyor. “Ev”…

    Daha 4 ay olmus ama su gurbetlik psikolojisine hemen girivermek istiyorum. Gecenlerde tesadufen Yeni Turku nun ”Donmek” sarkisinin Sena Sener coverina denk gelmistim Spotifyda. Sozlerini de performansi da cok begenmistim.

    Ev diyince geliverdi aklima. Suraya ilistireyim, gurbetciler dinlesin raki masalarinda!

    ”Neresi sıla bize, neresi gurbet
    Al bizi koynuna ipek yolları
    Üstümüzden geçiyor gökkuşağı
    Sevdalı bulutlar uçan halılar
    Uzak değil dünyanın kapıları

    Neresi sıla bize, neresi gurbet
    Yollar bize memleket! ”