Bir Küçük Çay Meselesi

Keşke herşey Kabak tadı verse!

Dolmuş şoförünün hemen tepesinde camın üstünde bu söz yazıyordu. Böyle laf oyunlarına oldum olası bayılıyordum. Yalın ama vurucu!

Bu cümleyi son beş yılda her yaz okuyorum bu dolmuşta.Çünkü gerçekten de hiçbir yer Kabak tadı vermiyor. Bu yüzden her sene Fethiye’nin Faralya köyündeyiz. Ama burası Fethiye’den oldukça izole bir köy. Ölüdeniz’e varınca on km daha yol alıyorsunuz. Dağların etrafından dolanarak, keskin virajlardan geçerek ve deniz seviyesinden yükselerek ulaşıyorsunuz Faralya ‘ya. Yolculuğunuza Kabak’tan da görülen o muhteşem deniz manzarası eşlik ediyor. Uçsuz bucaksız bir deniz.Ne bir gemi, ne bir ada, ne de bir kara parçası var ufukta. Deniz gökyüzü ile buluşuyor.Aracınız varsa yol üstünde Kelebekler Vadisi’nde mola vererek yörenin o görkemine bir kez daha şahit olabiliyorsunuz.

Fethiye-Faralya Kabak dolmuşu ana caddede Deniz Market’i geçer geçmez bizi indiriyor. Denizden oldukça yüksekteyiz. Marketin hemen üstünde gözlemeci ve bir restoran bulunuyor.O restoranın denize bakan bar sandalyelerine oturup Kabak manzarasını seyretmek gibisi yok. Bir tarafınızda deniz ve gökyüzü ufukta karışıyor, pastelleşiyor; bir yanınızda da heybetli dağlar hemen dibinizde yükseliyor. Zaten benim için Kabak’ ın yüzde doksanı bu manzara.Denize girmesem, yerimden ayrılmasam da olur.Bana bir oda bir de balkon yeter. Bir de arada çayımı tazeleyin!
Ana caddeden kumsala ve otellere inmek zor.Özel aracınız olsa bile taşlık yollar ve uçurumlar korkutuyor.O yüzden bu yıl da araçsız geliyoruz. Sahile yürüyerek ineceğiz çünkü bu yürüyüşleri seviyoruz. Çıkarken de dolmuşları kullanacağız.

Kalacağımız bungalov oteli arıyorum.Hemen gelip bizi alıyorlar. Odamız deniz manzaralı ve balkonda iki adet sandalye ve bir adet masa var.Sarmaşıklar balkon korkuluklarını istila etmiş.
İngiltere’den geldik.On iki saattir yoldayız. Saat akşamın dokuzu.Uyku en mantıklısı. Duş alıp uyuyoruz.
Gece nedensiz uyanıyorum.Odanın denize bakan kısmı boylu boyunca cam.Ay tepede ve denize yansıması tarifsiz.Cırcır böcekleri yine coşmuş.Sonraki günler de hiç susmayacaklar. Hemen karşımızda ama kilometreler ötede Yediburunlar’ı görüyorum.İki yıl evvel soğuk bir kasım ayında orada iki gece geçirmiştik .Orada sabahları içtigimiz semaver çayının tadını hala unutmuyoruz. İngiltere’den de Türkiye’ye kahvaltı ve çay hasreti ile geldik. O yüzden kahvaltıyı iple çekiyorum.
Sabah on gibi kahvaltıya indik. Kahvaltının bitmesine henüz yarım saat vardı ama restoran boştu.Denize bakan bir masaya yerleştik.Otelin restoran görevlisi genç kız kahvaltılıkları getirdi. Simit ve sucuk yoktu.Eksi 1! Semavere gittim, çay bitmişti. Eksi bir milyon! Garson kız gururlu ve kendinden emin bir şekilde saydam bir çaylığa koyduğu sallama çayı masamıza bıraktı ve afiyet olsun diyerek hızla uzaklaştı.Birşey demeye fırsat bulamamıştım. Manzaraya hayran hayran bakarken arada kaynamasına göz yumdum.Önümüzde daha günler vardı, o yüzden bahtımıza düşenle yetindik o sabah.
Ertesi gün daha erken bir vakitte yine çay motivasyonu ile ayaktaydım aynı saatte.Yine çay bitmişti!
Bu konuda biraz yakındım garson kıza ve gururla ikame olarak sallama çay getirecegini belirtti. Bu topraklarda hiç yaşamamış olsaydık bu durumu sakinlikle karşılayabilirdik. Ancak hangi Türk’ü sallama çay ile ikna edebilirdiniz? Sakince durumun abesliğini hissettirmeye çalıştım.Nitekim menüde yine sallama çay vardı.
O akşam hemen yanımızdaki kampı sessizce arayıp -ayıp ve yanlış birşey yapıyormuşuz gibi- demleme çay olup olmadığını sorduk.Yoktu! Tatil beldelerindeki o çay bahçeleri burada bulunmuyordu. Sabahında Yediburunlar’a gitmeyi bile düşündük.
Verdigim tepki sebebi ile sonraki günlerde sayemde otel çay yüzü görmüş oldu.Ben de kana kana içtim. Ama garson kızla aramizda garip bir gerginlik başlamıştı.Restoranda kurduğu hakimiyet sarsılmış, koyduğu kurallar sorgulanmıştı.Bozulmuştu belli ki! Eşimi selamlıyor, beni görmezden geliyordu. Diğer masalara servis edilen karpuz ve kavun bizim masaya gelmiyordu.

Otelde beş gece oldukça sakin geçti. Geceleri içmektense gündüzleri deniz kenarında biramızı yudumluyorduk.Sahil tarafında partilerin olduğunu biliyorduk ama tekno partiler dışında pek bir alternatif yoktu. Kabak’a ilk geldiğimde bundan tam 5 yıl evvel hemen dibimizdeki Nena Sahne’de Jehan Barbur’un konser verdiği o geceyi hatırladım. Ne büyülü, beklenmedik bir geceydi. Bu tatilde ihtiyacım olan tam da öyle bir eylence anlayışıydı. Yine de huzurluydum. Akşam yemeklerinin hemen ardından kahvaltı yaptığımız bir döngüye girmiştik.Kahvaltı sonrası yürüyerek sahile ulaşıyorduk. Bu yürüyüşlerde deniz manzarasına iyice doyuyor, zeytin ağaçları arasında yürürken yol üstündeki diğer bungalov otellerini inceliyorduk. Sahile ulaşır ulaşmaz denize girip ferahlıyorduk.Günün büyük kısmını bu sahilde yeni hayatımızdan, yaşadığımız iç değişimlerden, hedeflerimizden ve planlarımızdan bahsederek geçiriyorduk. Bunları konuşurken fikir alış verişi yapıyor ve henüz anlamlandıramadığımız bazı duygularımıza bir anlam arıyorduk.

Likya Yolu

Beşinci günün sabahında uçuşumuzun check-inlerini tamamlayıp resepsiyona ödemeyi yaptık.İstikamet önce İstanbul sonra Londra ‘ydı.Sağolsun bizi yine ana caddeye bıraktı resepsiyondaki tatlı kadın. Garson kızın aksine oldukça güler yüzlü ve sakindi.Bizi caddeye bırakırken otelin işletmecisi olduğunu ögrendik. Oysa ne kadar da mütavazıydı!
Misafirlerin böceklerden yakınmasından dem vurdu. Kapımda ilk defa cırcır böceği ile tanıştığım o an aklıma geldi.Oysa ben cırcır böceklerini hiç böyle hayal etmemiştim. Zift siyahıydı zırhı ve iriydi. Uçabildiğini zaten biliyorsunuzdur. Yine de odanın içinde görmediğimden şikayetçi olmamıştım.Zaten bu doğal ortamda pek makul karşılanmayacak bir şikayet olurdu.Bir de şu çay meselesi üstüne!
Gözlemecide bir çay içip minübüsü bekleyeceğimizi söyleyip ayrıldık. Bu çay meselesi kim bilir tüm Kabak’a nasıl yayılmıştı ve belki de otel işletmecisi konudan haberdardı ve laf soktuğumu düşünmüştü. Gece yan kampı arayıp çay sorduğumu bile biliyordu hatta!
Bunlar bizi güldüren komik senaryolardı, kimsenin ruhu duymamıştı geçirdiğim çay krizlerinden. Garson kız farkındaydı bir tek.
İşletmeci kadın bize iyi tatiller diledi ve ayrıldık.Ne ben çay konusunu açtım ne de o memnuniyetimizi sorguladı. Tabi ki bu küçük çay meselesinin faturasını tüm otele ödetmeyecektim.Herşeye rağmen memnunduk ama otel yorumlarında kahvaltıya bir tık özen gösterilmesi gerektiğini es geçmedim.Akşam yemeklerinin ise hakkını verdim.
Fethiye-Kabak minübüsünün Fethiye’den gelip yolcuları Kabak sahile kadar bıraktığını minübüsu beklerken Deniz Maket’ ten ögrendik.Sahile inen yolun yapıldığını bu tatilde sahilden otele ulaşmak için kullandığımız dolmuş yolculuklarında keşfetmistik ancak yeni yapılan yolun uzak semtlerden, mahallelerden günübirlikçileri getirdiğini farketmemiştik.Bu gidişle köyün kalabalıklaşacağından, daha çok turist çekeceğinden, yeni otellerin buradaki salaşlığı bozacağından korkuyordum.Şimdiden tahta evler yerine butik beton oteller kendisini göstermeye başlamıştı.
Gece Sabiha Gökcen Havalimanı üzerinden İstanbul’a annemlere geçtik. Takip eden haftanın her sabahında da aksamında da demleme çaya doyduk. Bavuluma da üç kilo çay ekledim.
Dönüşte hava limanında bagajim tam üç kilo fire verdi. Falza bagajlar için kilogram başı yüksek ücretler isteniyordu yurt dışı uçuşlarında.Bu yüzden birkaç gereksiz eşyayla üç kilo çaydan birini bizimkilere bıraktım.
Oteldeki kızın ahı tutmuştu belli ki.
Bense davamda kendimi haklı buluyordum. Bir otelde kahvaltı veriliyorsa hakkıyla verilmeliydi, kahvaltıda demleme çay olmalıydı ve hatta mümkünse semaverde demlenmeliydi.

Geçenlerde bir yazı okumuştum.Kim söylediyse duygularıma tercüman olmuş:

Huyu mu güzel olsun, yüzü mü derseniz çayı derim; çay önemli!
Ey oteller, kafeler, restoranlar! Lafım size!


Posted

in

by

Tags:

Comments

Yorum bırakın