Pilot Londra Stansted Havalimanı ‘na iniş hazırlıkları için “cabin crew” ı göreve davet etti. Dört saat boyunca oturduğum şu koltukta kendime ait ufak bir yaşam alanı oluşturmuştum. Yastığımdan battaniyeme, atıştırmalıklarımdan su şişelerine kadar herşey tam takırdı.Koltuk çekmecesindeki laptobım, tatil boyunca yüzüne bile bakmadığım o kitabım, spotify listemde geceden indirilmiş şarkılarım…Hemen kafamın üstündeki rafta bekleyen kabin bagajımı da düşünürsek şuracıkta küçük bir ev inşa etmiştim.
Uçak hava limanına on beş dakika geç iniş yapmıştı.Şimdi “ev”i tekrar bir yerlerde kurmak üzere hızlıca toparlamalıydım.Ancak kapılar bir türlü açılmıyordu. Uçuş boyunca bana eşlik etmiş eşyalarım birden bire beni boğmaya başlamış, göğsümdeki klostrofobik çarpıntıları tetiklemişti. Camı bir kapatıp bir açıyor, gözlüğümü bir takıp bir çıkarıyor, sonra da kulaklığımı takıp müzik dinlemeye karar veriyordum.Bu halimle hemen yanımda oturan yaşlı teyzeyi bekleme süresince oyalayacak o pembe dizi gibiydim. Her hareketimde o da oturduğu yerde kımıldanıyor ve bir sonraki sahneyi heyecanla bekliyordu.
Kuyrukta bekleyen insanların bazıları yeni seyircilerim olarak yerlerini aldılar. Herşeye çare bulabilmişti insanoğlu ama şu kabin kuyruğuna bir çare bulamamıştı! Aradan on beş dakika geçti. Ayakta bekleyen yolcular pes edip koltuklarına dönmeye başlamıştı ki kuyruğun ön sıralarında bir kımıldanma başladı. Açılan kapıdan içeri dolan ışık huzmesi ile birlikte teyzeye dizinin bugünkü bölümünün sonuna geldiğimizi anlatan bir işaret çaktım. Pek acelesi yok gibiydi.
Hostesi selamlar selamlamaz bağımsızlığını ilan eden bir gezegen gibi kuyruklu yıldız takımımdan hızlıca uzaklaştım. Herşey yolunda giderse otobüsümü yakalamam hala mümkündü.
Seyahatler uzamanlık alanımdı.Uçaklar, trenler, oteller, seyehat uygulamaları.. .Bir de pasaport kuyrukları…Tüm bunlara rağmen biraz gergindim.Bu havalimanına ilk defa iniş yapmıştım ve Londra Heatrow Havalimanı’ndaki gibi çetrefilli koridorlarla karşılaşmamayı umuyordum. Ve bir de Birmingham International da olduğu gibi havalimani içindeki aktarma metroları ile. Zaman kazandırsa da zaman kaybettiriyor gibi hissettiriyordu şu an. Gözüm sürekli saatteydi.
Hava limanı şehrin kuzey doğusunda yer aldığı için Coventry’e diğer beş hava limanına nispeten uzak kalmıştı. Yine de National Express ile konforlu bir yolculuk umuyordum. Coventry otobüsünu yakalayabilirsem akabinde yaşadığım o tatlı kasaba olan Royal Leamington Spa’ya gece yarısından evvel varabilecektim.
Uçaktan hızlı bir iniş, koşan adımlar ve işte pasaport kontrolüne giden havalimanı metrosunun kapıları bana meydan okurcasına gözlerimin önünde kapandı. Ah şu metrolar! Hayat sen planlar yaparken başına genlerdir! Olayı trajik hale getirmeden iş yerindeki o mühendis kimliğime büründüm soğukkanlılıkla. Nerede hata yapmıştım? Uçakta oturduğum koltuk ve metro arasındaki performansımı gözden geçirdim. Durumu tahmin edip koltuk seçimini uçağın en önünden yapabilirdim.Evet, normalde bu kadar stratejik düşünebilirdim, hatta uçağın gecikme ihtimalini tahmin etmek pek de zor değildi.Ama İngiltere’ye taşındım taşınalı eskisi kadar planlı ve kontrolcü değildim. Amacına ulaşmış ve emekliye ayrılmıştı içimdeki garantici, ihtimallerin peşinden koşmuyordu artık. Yemekte o gün menüde ne varsa okeydi.
Birazdan diğer metro geliyor ve iste bindim. Metrodan iner inmez EU ve UK pasaport kuyruğunun yanındaki “diğerleri ” kuyruğuna dahil oldum. Seçilmis insanlar yan kuyrukta ne kadar şanslı olduklarını düşünerek şükrediyorlardi hallerine sanırım.
Kuyruk ne yazik ki tüm çabama rağmen devasaydi. Pasaport kontrolünden sonra bir de bagajlarımı bekleyecektim. Otobüsüme on dakika kalmıştı Bir sonraki otobüs bir saat sonra kalkıyordu ancak sistem bilet değisikliğine izin vermiyordu. Otuz poundumu yakacaktim yani.Türkiye’den henüz dönmüştüm ve hala her poundu otuz dört ile çarpiyordum.
Önümde yaklaşık altmış kişi ve görevde aktif beş kabin memuru bulunuyordu. Kuyruk teorisine göre bu hizla giderse en az yirmi dakika daha buralardaydim. Oysa şu an pasaport kuyruğunun en önündeki o Asyali iki kızdan biri olmak vardı! Otobüsüme binip konforla evime varmak! Amigdalam hayati durumu farkederek emretti: Birşeyler yap! Türkiye’ de olsam bir şekilde rica edip öne geçerdim ama İngilizleri yeterince tanimiyordum. Birden aydım, biz “diğerleri”ydik bu kuyrukta, İngilizler’in sıra bekleme konusundaki hassasiyetlerini bu kuyruktan beklemiyordum. Bir cesaret yüksek sesle öne geçmek için izin istedim kuyruktan. Kuyruğun sözcülüğünü üstlenen genç adam kararlarının olumlu olduğunu bildirdi. Öne doğru ilerliyordum ki sadece Türkçe konuşuyor olmasından Türk olduğunu anladığım bir kız (çünkü o artık bir İngiliz olmuştu ve “diğerleri” kuyruğundan daha iyilerine layıktı) beni durdurdu ve bir eli telefonunda aynı durumda olduğunu ve ayrıcalığımın olmadığını söyledi. Bunları o kadar sakin (bir o kadar da sinir bozucu) söylemişti ki kapıda şoförü bekliyor gibiydi ve asıl amacı sıra bekleme konusunda İngilizler’den ögrendiği meziyetleri pazarlamakti. Çatmıştım! İnsanlara durumu anlatarak birlikte ön sıralara geçmeyi teklif ettim ancak diğerlerine haksızlık olacağını ve içine sinmedigini söyledi. Benim de otobüsüme binip vakitlice evime ulaşmak varken otuz poundumu yakıp üstüne bir de trene elli pound odeyip gecenin ortasında evime varmak içime sinmiyordu! Ve eminim ki İngiliz anayasası bile olağanüstü koşullar gereğince beni destekliyordu!
Bekleyenlere baktım, herkes gayet sakindi, kimse benim gibi buradan başka bir şehire gitmeyecek Londralı’lardı belli ki. Coventry de yaşadığımı ve yolumun uzun olduğunu anlatmaya çalıştım.Otobüs durağının uzak olduğunu ve yetişmeyeceğimi belirterek bir de inancimi balatalamaktan geri durmadı kiz. Ama birden insafa geldi! Sanırım sıradan bir turist değil de orada yaşayan biri olarak gözünde rütbe atlamıştım. İzin isteyerek sıranın en başına geçebildim. Kuyrukta bekleyecegim yirmi dakika bir anda bir dakikaya inmişti, kuyruk teorisini çökertmiştim iste! Belki de teori bu yüzden bir türlü kanun olamıyordu.Hesaba katmadığı durumlar vardı teorinin! Henüz bir Türk tarafından test edilmemişti!
Pasaport kuyruğu geçildi, bagajlar alındı. Saate baktim. Otobüsümü yakalama ihtimalimi kaybetmek üzereydim! Ama İngiltere’de otobüsler ne zaman vaktinde kalkardı ki! O küçük ihtimal icin herşeyi yapmaya hazırdım. Gözümü karartmıştım. Koşuyor, koşarken insanlara çarpıyordum. Attığım her adımda suçlarım kabarıyordu yani.Neyseki çarptığım İngilizler özür dileyerek bu kabahati üstlenmeye hazırdılar! Ve vardım. Şükürler olsun! Kendime inanmiştim! Ve zafer gelmişti! Otobüs mü? O yirmi dakika gecikmeli kalkmaya karar vermişti. Hayat yine ben planlar yaparken beni kıkırdayarak izliyordu.
Yine de bu durumun zaferimi gölgelemesine izin vermeyecektim .Zafer zaferdi ve kutlanmalıydı! Istasyondaki Nero ya gidip kendime bir kahve ısmarladım.
Otobüse bindim.Oturacağım koltuğu son kuruşuna kadar haketmistim.
Yaklaşik sekiz saattir yoldaydim ve önumde bir üç saat daha vardi ama ucakta kurduğum yasam alanına burada gerek yoktu.Tatilde çekilen fotoğraflara bakarak eve varmak kısmı yolculuğun en tatli kismiydi. Kulakligimi taktim. Fotoğraflar tatilin ilk kismi olan Kabak’ta başlıyordu.Kumsal fotograflarını görünce güneş altinda ard arda dinlediğim o şarkiyi açtım.Şarkı tekrar modunda kalmıştı ve tekrar ettikçe ninni etkisi yapıyordu.
On beş dakika sonra fotograflar gittikçe bulanmaya başlamıştı. Amigdalam belli ki üzerine düşeni yapıp görevi terketmiş, kaslarim gevşemiş ve göz kapaklarim ağırlaşmıştı. Bu sefer beynimin hatırlayamadığım bir kısmı uygun koşullari tespit ederek uyku hormonlarını pompalamaya başlamıştı ve şarkının dördüncü tekrarına geçmeden uykuya dalmıştım.
Şoförün zaten tam anlamıyla alışamadığım İngiliz aksanının üstüne mikrofondan gelen o boğuk sesiyle uyandım.Otobüs durmuştu. Dışarıdaki istasyonun üstünde Coventry Pool Meadow Station yazıyordu.Üç saat ölü gibi uyumuştum.
Kulaklığımda o şarki bilmem kaç defa tekrar edip çalmıştı ve yıl sonu spotify favori şarkı listemde birinciliği garantilemişti.
I love to love!
But my baby just loves to dance,
loves to dance, loves to dance!
Otobüsten indim.Uber yolculuğumu planlamak icin istasyona geçtim. Çok kalabalık olmamasına rağmen istasyon terkedilmiş bir izlenim veriyordu.Yine de seviyordum Avrupada’daki istasyonların bu gösterişsiz halini. Yolda olmayı sıradanlaştırıyor, yemek içmek gibi hayatın bir parçası haline getiriyordu. Şarkıyı değiştirtirdim. Spotify listemde birinciliği hakeden şarkı o değildi. Sena Şener’in seslendirdiği, tatil boyunca dilimden düşürmediğim o şarkısına tıkladım: Şöyle diyordu şarkıda:
“Al bizi koynuna ipek yolları!
Üstümuzden geçiyor gökkuşağı…”
Bazen bir cümle için bir kitabı baş ucu kitabınız yaparsınız ya bu cümle de o cümlelerden oldu benim için…
Saate bakmadım. Duvara yaslandım. Bu sözleri yazan Murathan Mungan kim bilir daha neler neler yazmıştı diye düşündüm.
Yolculuğumun son durağındaydım. Bir gün içinde şehirler ülkeler katedilmişti. Yollar, kuyruklar, birşeyleri kaçırma korkusu ve yetişmenin coşkusu…Herşey şimdiden uzak ve tatlı birer anı olmuştu. Kuyruktaki o kız geldi aklıma, bir sonraki yazıma güzel bir malzeme olacağı için onu da sevgiyle andım. Şarkı şöyle devam ediyordu:
“Neresi sıla bize neresi gurbet?
Yollar bize memeleket!”
Huzurluydum.Eve henüz varmamıştım belki ama aslında uzuncadır “Ev” deydim.
Yorum bırakın